29 Nisan 2013

BİR HAYALİN DEVAMI - UÇAK GELDİĞİNDE..


2008'in Şubat'ında hayal ürünü olan bir yazının günümüze yansıması, belki yaklaşmıştır gerçekler, hayalime.. 





Haddinden fazla can sıkıcı bir Pazartesi bitmek üzere fakat ben mesai süresi bitmeden atıyorum kendimi dışarı.. Havalimanından çıkmak için 3 km yol gitmem gerek‚ kargo terminali yani benim ofisim biraz geride kalıyor.. Sıkılmış bir vaziyette Dış Hatların önüne geliyorum ve tam pist´e göz gezdirirken radyoda Gipsy Kings´den Tu Quieres Volver çalmaya başlıyor.. Gözüm apronda duran tarifeli bir yolcu uçağına takılıyor.. 

Yorgunluk var çok; birden kulağıma inanılmaz bir uğultu‚ bağırış sesleri geliyor.. Şaşırıyorum haliyle; etrafıma bakınıyorum.. Müthiş rahatsız edici‚ gözlerimi alamıyorum o uçaktan ama.. Tam o sırada yolcu kapıları açılıyor ve alımlı bir hostes beliriyor.. Yüzünde tatlı bir tebessüm var. "Belli" diyorum kendi kendime; " o da bizden!".. Lacivert takım elbisesi içinde yavaş yavaş iniyor merdivenleri büyük kalabalığa bakarken. "Bende oradaydım! Fenerbahçe´yi getiren uçağın içinde bende vardım" diyecek torunlarına belki yıllar sonra.. "Oradaydım‚ bende oradaydım!" 

Daha sonra yönetim üyeleri kapıda görünüyor. Fenerbahçemize harcadığı yılların vermiş olduğu yorgunluk yok bu defa yüzlerinde. Son derece mutlu‚ yüzünde farklı bir tebessüm var hepsinin, haşarı bir çocuk edasında.. Uçağın ilk merdivenine adımını attığı anda kızılca kıyamet kopuyor işte! Meşaleler‚ davullar‚ marşlar‚ omuz omuza yapanlar.. Ortalık karışıyor! Aziz Yıldırım taraftarlara şöyle bir göz gezdirerek çok basit bir tebessüm atıyor ortaya.. Bu tebessümün anlamını sadece Fenerbahçeliler bilebilir.. Ona kızanlar da, her daim yanında olanlar da.. Ne kızanlar, ne her daim yanında olanlar haksız; herkesin istediği bir Fenerbahçe var ve her taraftar, her birey bunun için çizgisini bozabiliyor. Başarılmış bir tebessümün anlattığı hikayeyi, sadece Fenerbahçeliler bilir..

Yorgun ama dimdik ayakta yöneticilerimiz iniyor uçaktan‚ herkesi selamlıyorlar.. Şekip Mosturoğlu bir taraftar grubunun içine giriyor "Sarıı‚ Laciveet‚ Şampiyoon‚ Feneer".. Şekip Bey ağlıyor! Çocuk gibi‚ ´etraftan ne derler’ kaygısı taşımadan‚ adam gibi ağlıyor.. Yaşlı bir Fenerbahçe taraftarın yanına gittiğini görüyorum "Ağla evlat! Gereğini yaptınız.. Bunca kişinin yüzünün gülmesinde emeği olanlarsınız.. Allah razı olsun! Bu kadar insanın mutlu etmek kolay değil‚ ağla! Ağla koçum, ağla sen!" gözlerinin içine bakarak dinlediği ihtiyardan bu sözleri işitince daha bir coşkulu ağlıyor Murat Bey‚ hem hıçkararak ağlıyor‚ hem gülümsüyor! 


Daha sonra Ali Koç iniyor aşağıya ve mikrofonlar geliyor hemen önüne ´belki bir iki polemik olacak laf eder´ kaygısıyla uzatılmış mikrofonlardan.. Ali Başkan sanılanın aksine "Konuşmak gereksiz. Biz Fenerbahçeyiz" diyor kısa ve net bir şekilde.. Medya mensuplarının yüzü buruşuyor birden.. Ali Başkan ağlıyor iki adım atıp, yalnız..

Çoşkulu kalabalık "Alemin Kralı Geliyoor" marşı eşliğinde futbolcuları bekliyor havalimanında.. Sabırsızlanıyorlar artık.. 

Tam o esnada kapıda Aykut Hoca görünüyor kapıda.. ´Alemin kralı geliyor´ tezahüratından sonra ilk görünen kişinin Aykut Hoca olması benim için ayrı bir sevinç nedenidir.. O da ne? Aykut Hoca mikrofonsuz birşeyler söylemek istiyor sanki‚ kalabalığa ´sus´ işareti yapıyor.. Herkes yanındaki " şişştt bi dakka sus" diyor.. Müthiş uğultu biraz olsun dinginleşiyor.. Çıt yok! Tek elini kaldırıyor Hoca‚ yüzünde şirin bir gülücük.. Haylazlık yapacak, belli, tam bir ergen çocuk gibi; "Maaazzindee biiir tariih tataaarr" diye bağırıyor, en önde olanlar ve duyanlar "Yaşaaaa Fenerbahççeeee" diye devam ediyor taraftarlar‚ gür bir sesle.. Bu koro eşliğinde merdivenlerden iniyor koşarak Aykut Hoca‚ aynı çocuksu çoşku ile.. Gönlümüzün "en büyüğünü" resmiyette de "en büyük" yapmanın hazzı var yüzündeki gülümsemede.. Saçları artık kırlaşmış iyice, Fenerbahçe’ye adanmış hayatların en güzel örneği o..

Teknik ekip görünüyor daha sonra.. Zoru başarmanın‚ o inanılmaz yükün omuzlarından atmanın rahatlığı ile daha dik yürüyorlar sanki.. Hepsi de çocuk gibi mutlu.. Hasan Çetinkaya merdivenlerden koşarak iniyor ve Aykut Hoca’ya sarılıyor.. O anı görmeniz lazım.. 

Daha sonra herkesin beklediği an işte.. Futbolcular kapıda beliriyor tek tek.. Üzerlerinde çubuklular var hepsinin.. 

Volkan geliyor kapının eşiğine‚ bir adım atıyor‚ kalabalıktan daha fazla ses çıkıyor sonra.. Marşlar‚ uğultular.. Hakkı var ama.. Bu yükün en fazla hırpaladığı isimlerin başında geliyor Volkan, Volkan’ımız.. Kartalspor’da oynarken idmana Fenerbahçe eşortmanlarıyla gittiği için defalarca ceza alan Volkan.. Hepimizin yüreğine indirecek o sözler, çıkarttığı şutlar.. Tekrarlarını seyrettiğimde bile kalbim hızlı atıyor.. İkinci kaptanımız‚ herkesi‚ aynı o bildiğimiz tebessümü ile karşılıyor.. Çok sakin görünüyor.. Aşağı inince görün bir de siz onu! 

Emre görünüyor sonra, sadece uçak kapısından başını çıkartıp kalabalığa bakıyor.. Emre ağlamış, belli.. Volkan “gel gel” işareti yapıyor.. Emre başını uzatmış gülmeye çalışırken arkadan Mehmet Topuz itiyor onu. Gökhan Gönül, Baroni ve Stoch var arkalarında hemen, birden çıkıyor çocuklar. Bu yüreği büyük ancak heybesi küçük adamların boyu kadar kupa çıkıyor oradan.. Ardından Kuyt, Sow, Mert, Bekir.. Hava akşamüstü, lacivert olmak üzere akşam, kupa parlıyor, bir ucunda sarı, diğerinde lacivert kurdele.. Hepsi mi güzel görünür!  

Daha sonra Volkan’a doğru koşuyor hepsi ve diğer futbolcular da uçak önünde fazla duraksamadan aşağıya koşuyor! Hatta Stoch bir ara sendeler gibi oluyor da Hasan Ali tutuyor kolundan‚ bakıp gülmsüyorlar birbirlerine.. Daha sonra aşağıda sevinç yumağı oluşuyor! Bütün taraftarlar ağlıyor be! Olamaz böyle bir görüntü..

Kuyt.. 
Cümleler yetmiyor ki halini aktarayım.. 
Mikrofona söylediği söz yeter‚ gerisini anlatmak istemiyorum; 
Bu gibi başarılara ilk defa imza atmıyorum, fakat bu en anlamlısı! Teşekkürler Fenerbahçe taraftarı! 

Kupaya bakıyor herkes.. 
Kulakları tırmalayan çığlıklar‚ uğultular yok artık.. Adamı deli eden bir sessizlik var! 

Sadece görüntü kalıyor gözümün önünde‚ ses yok! 
Adeta bir klip edasındaydı‚ kupa‚ futbolcular‚ yönetim‚ Aykut Hoca‚ Volkan‚ Sow‚ hepsi! 

Daha sonra dinlediğim o şarkı bitiyor.. Kendime geliyorum ve güvenlik görevlisi arabamın camını tıklatıyor "burada bekleme yapamazsınız!".. 

Büyük bir şok yaşıyorum‚ başım dönüyor gibi.. 
Telefon çalıyor o sırada‚ Ersin abi arıyor; 

-Giray´ım naber‚ nerdesin? 
-Havalimanındayım abi‚ sen? 
-Geliyorum oraya birazdan‚ rakı içelim, konuşuruz.. 
-Olur abi‚ anlatacaklarım var zaten..
 

Bu uçak inecek! 
Ve ben de diyeceğim ki torunuma‚ genç nesile; "evlat"‚ belki bir defa yutkunduktan sonra "ben de oradaydım!" 





28 Eylül 2012

FENERBAHÇELİ ÇOCUK BARCELONAYI MAT ETTİ

"onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
hakim
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destanımızda yalnız onların maceraları vardır."


Nazım Hikmet



Vamos Bien forumlarının arşivlerinde kalan 2007 sporx haberi bu.
Her ne kadar bu kısa zamanda Fenerbahçeli çocuklar ile ilgili haddinden fazla göz kızartan haberlere ve olaylara şahit olsak bile, geçmiş örnekleri gözardı etmek güç.. Topuk Yaylası yolunda isyan ve umutla yürürken oradaki çocukların defterlerinin bir tarafını sarı, diğer sayfayı lacivert yaparak bizleri selamlamaları pek anlatılabilecek bir olay değildir.. 

Sadece kayıt altına alabilmek ve daha çok kişinin okuması amacıyla not düşerim.
"İspanya'da her yıl geleneksel olarak düzenlenen çocuk bayramı nedeni ile bir çocuk hastanesini ziyaret eden Barcelonalı futbolcular, ummadıkları bir sürprizle karşılaştılar.
Barcelonalı oyuncuların yanına geldiğini gören bir Türk çocuğu, İspanyol gazetecilerin önünde "En büyük Fenerbahçe!" diye bağırınca herkes şaşkına döndü. Barcelonalı Xavi, Iniesta ve Edmilson bunun üzerine, "Burada yaşıyorsun, neden Barcelona'yı tutmuyorsun?" diye sordular.
Hastanede tedavi gören çocuğa, Barcelonalı olması için hediyeler veren ve kendisiyle fotoğraf çektiren İspanyol takımının oyuncuları ne yaptılarsa Fenerbahçeli minik hastayı ikna edemediler.
Hediyeleri alan ancak ömür boyu Fenerbahçe'den vazgeçmeyeceğini söyleyen minik Türk, İspanyol gazetelerine de manşet oldu. Olayı sayfalarında genişçe gösteren İspanyollar, "Fenerbahçeli çocuk Barcelona'yı mat etti" başlıklarını attılar. Çocuğun cesaretine hayran kaldıklarını belirten gazeteler, koca Barcelona takımının Türk çocuğu kendi taraftarları yapamadığını belirttiler."
İyileştin mi çocuk?

7 Ağustos 2012

BİR GARİP OFSAYT

Oğuz Yalman
kaynak; Futuristika

"Muzafferin ismi, gerçek bir talihsizlikti.

Önce:
İki yaşında kendiyle, on üç yaşında da diğerleriyle futbol oynadı. Okumayı on dört ve on beş yaşlarında söktü, on altı yaşında da bir okuma yazma kursunda İpek’le tanışarak evlendi. Mahallelerinin amatör liginde kaleci olarak görev yaptı…

Sonra:
Muzaffer, annesi Halide ve Dayısı Mennur’un evine taşındı. Annesi Halide, çeşitli bakliyatlarla, mahalleden kadınlarla amansız bir kumar hastalığına düşmüş ve dayısı Mennur da, yemek yapımı konusunda özgüvenini yitmişti. Aksi gibi Muzaffer’in uzun süre önce ligden çekilen takımı da artık onu oyalayamayacaktı. Muzaffer bu ahval içinde, yıllarca kendini evin alt katındaki odaya kapadı. Top sektiriyor, gerekmedikçe dışarı çıkmıyor, kimseyle konuşmuyordu. Zaten konuşacak bir şey de yoktu… Bazen kaderine sinirleniyor ve karanlık gecelerde biricik karısını düşünüyordu. Ansızın içini bir öfke ve yetememe hırsı bürüyor, yastığı boğazına basarak acısına tampon yapıyordu. Yine böyle bir gece uyumaya karar verdi. Bir rüya gördü. Kocaman bir çölde top ayağında, takım arkadaşlarını beklemekteydi. Derken yanına smokinli bir fil yanaştı ve kulağına hortumunu soktu. Sıçrayarak uyanan Muzaffer, derin düşüncelere daldı. Belki de bu bir işaretti. Maça dönmenin vakti gelmişti. Muzaffer artık tuttuğu yası bırakıp insan içine çıkmalı ve takımı yeniden toparlanmalıydı. Ömrü hayatı boyunca belki de sadece bunun için yaratılmıştı. Hayat taptazeydi, hiçbir şey için geç kalınmış sayılmazdı…

Odasının çekmecesinde son maçın ardından çekilmiş bir fotoğraf buldu. Fotoğrafta şu arkada görünmeyen kendisiydi. Karede Reşat yoktu. Reşat ve Muzaffer ilkokul sıralarında da, mahalli liglerde de omuz omuza oynamışlardı. Aynı maçta değil tabii ki, çünkü Muzaffer, kaleci Reşat’ın yedeğiydi. Reşat da allaha çok şükür öyle sağlıklı çıktı ki, Muzaffer, elli bir maçın yalnızca birinde yedekten çıkabildi. İşte şu fotoğrafı çektirdikleri maç. Gerçi son maç olmuştu, ve karşı takım geciktiği için hükmen galiplerdi ama…

Yine de Muzaffer Reşat’ın aniden ortadan kaybolması sonucu formayı bir kez olsun sahada gösterebilmişti. Muzaffer ne yazık ki sevincini karısı İpek’le paylaşmak için eve koştuğunda, İpek’in “Bankacılık bölümünü kazandım, Ankara’ya okumaya gidiyorum, beni arama, evi babam vermişti onu da götürüyorum, en kısa zamanda boşa beni.” yazan notunu bulmuştu. Ev yerine, o notu bulmuştu daha doğrusu. Maç resmini yerine bıraktı. Işıyan aya baktı ama penceresi olmadığından göremedi. Odasındaki yeşil çimenlikli manzara resmine baktı. Üstelik belli bir mesafeden hala yakışıklı sayılırdı.

Bunları anımsadıktan sonra, bambaşka uyudu. Sabah uyandı, tıraş oldu, iki cebi birbirinden farklı renkte yamalarla dikilmiş ceketini giyindi ve kendini sokağa attı. Önce çekimser, daha sonra panter adımlarıyla takım arkadaşlarının bulunduğu yere doğru ilerledi. “Onları ikna etmek zor olacak, hepsi uyuşuk birer hayvana dönmüştür şimdi.” Muzaffer ağzına kadar hayatla doluydu. Her şeyin üstüne bir de yıllardır mahalleye adımını atmayan Reşat’ı köşede gördüğünde, Muzaffer, tüm işaretleri doğru anladığından emin oldu. Takım yeniden hayata dönmeliydi. Ve bunu centilmence Reşat’la birlikte yapacaklardı. Muzaffer ona doğru hamlelenmişti ki, Reşat’ın önünde camları siyah bir araba durdu, Reşat binince de hızla uzaklaştı. Bu da mı işaret değildi yani? Muzaffer, kahveye doğru devam etti. Bu mahalleyi ne kadar sevdiğini hatırladı. İnsanlarını, sakinliğini, rahatlığını. “Kaç tane mahalle kaldı ki ülkemizde?” dedi içinden bir ses. İşte hepsi ordaydı. Metin, Temel, Sadi, Ali kağıt oynamaktaydı. Metin, elindeki maça dokuzu yere attı, kafasını kaldırmadan Muzaffer’e:

“Oooo, kavat Muzaffer, sen n’eettin?” dedi.

Muzaffer için hazırlıksız saldırıların ardı da geldi. Samimiyet derecesine göre takım arkadaşları ona “N’aber bufalo? Oo ayı uykusundan uyanmış , n’aber karı Muzaffer?” gibi seslenişlerde bulundular. Sinirden yüzü kıpkırmızı olan Muzaffer, gözleri çakmak çakmak parlayan titrek sesiyle “İyidir, işte hep aynı, hadi ben kaçtım.” deyip çıktı.

Takım makım olmaz arkadaş bunlardan.” Boş bir yola doğru döndü. Ellerini cebine koyup ağır ağır, başı önde, artık tamamen yenik, saf be saf yenik yürüdü. Yürüdükçe yürüdü. Tam ümidi kesilecekti ki…

Kaleci Reşat siyah camlı arabayla önünde durdu. Bu kez kullanan oydu. Camı açtı. Muzaffer’e seslendi.

“Çavuş! Atla!”

Muzaffer heyecanla arabaya bindi. Belki de karamsarlığa kapılmak için erken davranmıştı. Öpüştüler koklaştılar.

'Çavuş Muzaffer' arabayı okşadı.

“Güzelmiş, senin mi?”

Reşat cevap verdi.

“Evet, Allah bağışlarsa.”

“Takımı kuruyorum tekrar. Ne dersin? Döndün mü temelli?”

“Yav Muzaffer. Sen sağına yüklenmeyecektin, soldu senin tarafın, nasıl yakalıyordun soldan geleni, doksan altmış, otuz. Çat çat, antremanlarda iyi çalışıyordun da maçlar da battın. Yoksa iyi kaleci olacaktı senden..”

“Başlatma sağımından solumundan da. Oynadık mı da?”

“Solundan yakalıyorsan, nankörlük etmeyeceksin. Sağa da bakayım demeyeceksin, solu küstürmeyeceksin. Bu iş böyledir.”

“Öyle abi…”

“Ne o lan, silah mı o belindeki?”

“Bu mu? Evet… Sorma, bir iş geldi ki başımıza… Bizim İpek, senin haberin yok tabii.. Toz oldu bir anda. Orospu karı. Gerçi gelmez bilir başına geleceği… Ne olur ne olmaz, rastlarsam vururum diye taşıyorum.”

Reşat sakince cevap verdi.

“Futbolun temel hadisesi. Pozisyonunu beğenmediğin için, kendine pozisyon yaratmak bununla takımı sabote etmek, 4-4-2’yi ihlal. Sende çok vardı bu, fevriydin fevri. Biraz alçak gönüllü oynasaydın..”

Sahaya yaklaşan araba sahada durdu. İki arkadaş ağır ağır indiler arabadan. Birbirlerine gülümseyerek baktılar.

Reşat bagajdan topu çıkarttı:

“Onardan. Kim daha fazla gol yerse İpek’ten ayrılacak.”

"Ne? Sen ne diyorsun Reşat?"

“İpek’ten boşanman lazım.”

“Demek, siz ikiniz ha, avcunuzu yalarsınız. Bizde karı boşayana erkekliğini boşamış derler!”

“Kazananın dediği olur. Yerse yedek çavuş!”


Daha sonra:
Muzaffer, gayet ağır hareketlerle kaleye taşları koyar. Yazı der biri tura der diğeri. Kaleye geçen Muzaffer. İlk gelen topu tutmuştur ki, Reşat cevap verir. “İpek de burda bak, karşında.”

Bakakalınca İpek’in bankacı vücuduna golleri yer de yer Muzaffer. Son golü yiyince. “Boşamıycam ulan seni!” diyerek elini beline atar ki, o da ne! Silah nereye gitti lan? O sırada bam İpek vurur onu. Meğer İpek arka koltuktan ellemiş Muzaffer’in namusunu! Daha önceden de ona karılık ettiği için bilirmiş namusunun nerede olduğunu.

Kanlar içinde Muzaffer. İpek’le Reşat son sürat ayrılırlar. Her şey donar. Muzaffer ayağa kalkar. Bakar ki, canı sıkılmıyor, öldüğünü anlar. Yolda uzun uzun uçmaya yürümeye başlar. Karşısına upuzun bir çöl çıkar. Sorar kendi kendisine sorar “Susadım mı?”

Yo susamadım.” der ve henüz belirmekte olan serabı atlar.

Muzaffer ilerler, ilerler, ilerler, ilerler. Yorulmadan, sıkılmadan, acıkmadan. Ne güzeldir yok olmak. Büyük bir kapıya çıkar yolu. Kapının önünde iki adam. Ne forma ne başka bir şey üzerlerinde, anadan üryan.

Muzaffer’e bakarlar.

Muzaffer de onlara hayran.

Neredeyim ben?” der. Bir yandan da etraftan sesler çalınır kulağına, büyük tezahürat sesleri.

Adamlardan biri diğerine döner.

Ben sıkıldım sen söyle..

Diğeri:

Ağzım yoruldu sen söyle..

Beriki sıkkın:

Burası “saha şehitleri stadyumu”. Futbol oynarken ölenler buraya getirilirler. Sen de… Yeşil sahalarda ölmüşsün.

Muzaffer’de çılgın bir sevinç. Çok iyi. Evet ben öldüm, hem de yeşil sahaları kanımla boyadım, ben öldüm ki, futbol hep yaşasın.

İçeri girer Muzaffer. Bir alkış, bir tezahürat. Koşarak selamlar sahayı sonra kendisine gösterilen yerde oturur. Banklarda beklemeye başlar hakkında verilecek kararı.."



27 Temmuz 2012

"FENERBAHÇE, BARCELONA OLABİLİR Mİ?"

Başlıktaki sorunun cevabını aramaya koyulmadan önce, Akdeniz'in öbür ucuna uzanan bir yolculuğu paylaşmalıyım sizlerle... Orhan Pamuk'un romanlarından Yeni Hayat "Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti" cümlesiyle başlar. Ben de bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişmese de, hayatımda pek çok şey değişti. Bu, Güney Afrika asıllı İngiliz gazeteci Simon Kuper'in yazmış olduğu Football Against the Enemy adlı kitaptı. Meraklıları hatırlayacaktır, daha sonra Futbol Asla Sadece Futbol Değildir adıyla Türkçeye de çevrildi (Haziran 1996, Sabah Kitapları). 
Kitabın Barcelona'yı anlatan bölümü şu satırlarla başlıyordu: "Bir kulüpten daha ötesi olmak, FC Barcelona'nın düsturudur ve Barca ile kıyaslanacak olursa, Manchester United, bir 3. Lig kulübü gibi görünür. United'ın her hafta BBC ekranlarında yayınlanan ve sadece kendisine adanmış bir hiciv programı yoktur, Salvador Dali'nin bile girmek için başvuracağı kadar prestijli bir resim yarışması düzenlemezler ve Papa'nın 108.000 seri numaralı sezonluk biletin sahibi olduğunu söyleyerek övünmeleri olası değildir. Kentin en çok ziyaret edilen yerlerinden biri de kulübün müzesi değildir (Barca Müzesi'ne gidenlerin sayısı, Picasso Müzesi'ne gidenlerden bile daha fazladır)." 
Heyecan verici bu paragrafın beni baştan çıkardığını söyleyebilirim. Daha önce Barcelona'yı görmüş, dönüşünde o emsalsiz Nou Camp Stadı'nı ballandıra ballandıra anlatmış pek çok futbolsever dostum olmuştu. Futbol yıllıkları, bu köklü kulübün defalarca İspanya şampiyonu olduğunu, 1 kez Avrupa Şampiyon Kulüpler, 4 kez de Avrupa Kupa Galipleri Kupası kazandığım yazıyordu. Saydıklarım da belki bir nebze olsun tahrik edici unsurlardı ama Kuper'in kulübün sosyal yapısını özetlediği paragraf, aklımı başımdan almıştı. Sonra, ışıl ışıl bir mart gününde Barcelona'ya yaptığım ilk ziyaret, Gaudi'nin La Sagrada Familia'sında geçen birkaç saat, daha önce yaşamımın hiçbir alanında veremediğim kadar radikal bir karara sürükledi beni... Ne yapıp edecek, ömrümün bir bölümünde mutlaka bu güzel şehirde yaşayacak, FC Barcelona kulübünün ne menem bir şey olduğunu kendi gözlerimle görecektim.
Kulübün basketbol şubesindeki ilişkilerimi kullanarak, bir süreliğine bu organizasyonu yakından görmek için başvuru mektubu yazdığımda, kararımın üzerinden iki yıl geçmişti. Şaşırmadılar. Çünkü dünyanın birçok ülkesinden gazeteciler, sosyologlar, siyaset bilimciler daha önce FC Barcelona'yı incelemiş ve ortaya neredeyse bir kütüphane dolusu kitap çıkmıştı. Şaşırdılar. Çünkü daha önce hiçbir Türk bu konuyla ilgilenmemişti. Kulübün kütüphanesine istediğim kadar girip çıkabileceğimi, ancak kaynakların daha ziyade İspanyolca ve Katalanca olması nedeniyle İngilizcemin bu araştırmada bana pek yardımcı olamayacağını bildirdiler. Bir de, önceden randevu istemek kaydıyla, bazı yöneticilerle söyleşiler yapabileceğimi... 
Bu şartlarda İspanyolca öğrenmek, en azından okuduğunu anlayabilmek farz oluyordu. 35'inden sonra dil kurslarında sürtüp, ödev yapmak keyifli sayılmazdı. Üstelik de bu meşakkatli dönem yaz aylarına, tam bir Akdeniz güzeli olan Barcelona'nın kendini plajlara ve güneşin kollarına bıraktığı günlere denk geldi. Ama ant içmiştim bir kere... Ekim ayı geldiğinde şehrin "yerlisi" büyük ölçüde evine-barkına dönmüş, Nou Camp Stadı önemsiz maçlarda bile dolmaya başlamış, bu arada Johan Cruyff'un önayak olmasıyla kulüp ile Barcelona Üniversitesi'nin birlikte düzenlediği Uluslararası Spor Yöneticiliği Seminerleri de başlamıştı. Seminerdeki konuşmacıların çoğunlukla yabancı olması önceleri bana avantaj gibi gözüktü. Ama kısa bir süre sonra, özellikle Amerikalı akademisyenlerin tamamen farklı bir gezegenden söz ettiklerini, FC Barcelona üzerine bildirilerin azınlıkta kaldığını gördüm. Düş kırıklığıma en güzel tedavi, kulübün basketbol şubesi direktörü Antonio Maceiras'tan geldi. Sağlıklı transfer listesi oluşturabilmek için, Kuzey ve Güney Amerika ile Batı Avrupa'da birer adamları olduğunu, bu "ajanların" Barcelona adına sürekli oyuncu izleyip rapor ettiklerini söyledi. Hemen ardından da, benim de istersem aynı şeyi Türkiye, İsrail ve Yunanistan basketbol ligleri için yapabileceğimi ekledi. (Şimdi düşünüyorum da, bu cazip teklif aslında benim ilgime ve bilgime değil, o yıl inanılmaz bir patlama yaşayan Türk basketbol borsasına hürmeten yapılmış olmalı. Söz konusu tarihte Türkiye Basketbol Ligi'nde Mahmut Abdul Rauf, Zoran Saviç, Marko Miliç, David Rivers, Zan Tabak, Richard Petruska, Rashard Griffith ve Petar Naumoski gibi Avrupa'nın yakından takip etme ihtiyacında olduğu yıldızlar vardı.) 
Maceiras'ın bu teklifiyle, birkaç aylığına gittiğim Barcelona'da tam bir yıl kaldım. Hem de aklımın kenarından geçmeyen bir işi, dünya üzerinde en çok ilgi duyduğum kulüp için oyuncu rapor etme işini yaparak... Bir kitap, insanın hayatını bundan daha fazla değiştirebilir mi? 
FC Barcelona, Katalan insanının "Mas que un club" (Bir kulüpten ötesi) diye tanımladığı, adlandırılması çok zor bir organizasyondur. Kulüp mü, değil. Her şeyden önce onlar, yalnızca bir kulüp statüsüne indirgenmiş olmayı hazmedemezler. Parti mi, olabilir... Örgütlenme biçimi bu tanımlamaya uygun ama siyasi bir faaliyeti yok. Üstelik çok farklı siyasi görüşleri de çatısı altında barındırıyor ki, "fraksiyonel yapı" yakıştırması bu durumu karşılamaya yetmez. Şirket mi derseniz, en çok buna uyuyor çünkü bir ekonomik büyüklük söz konusu. Ancak şirketlerin "müşterileri" olur ve onlarla ürün arasındaki gönül bağı -varsa eğer- bir yere kadardır. FC Barcelona'yı bir şirket, üyelerini, taraftarlarını ve dünyanın her köşesine dağılmış sempatizanlarını "müşteri" olarak tanımlarsak, kurduğumuz denklem bizi bu ateşli aşkı anlamanın anahtarlarına götüremez. En iyisi, "hepsi birden" deyip, çıkmak işin içinden... Evet; hem kulüp, hem parti, hem şirket... Hepsi birden! Bana kalırsa, FC Barcelona dünyanın en büyük sivil toplum örgütlerinden biri. 106 bin üyesi olduğu düşünülürse, örgütlenme amacının futbolu, maç sonuçlarını, müzeyi dolduran kupaları çoktan aştığı daha iyi anlaşılır. Zaten sözlüklerinde "Barcelonismo" diye başka dillere çevrilmesi imkânsız bir sözcük bulunduran bir milleti, yalnızca futbol oyunu üzerinden tarif etmeye çalışmak da, "işin kolayına kaçmak" olmaz mı? 
Başta Barcelona'lılar olmak üzere, bütün Katalanlar kendilerini en iyi Barcelonismo'nun tanımladığına inanırlar. Bire bir ve kuru bir çeviriyle "Barcelona'lılık" ya da "Barselonizm" diye sözcük kılığına sokabileceğimiz Barcelonismo nedir? En çok dayanışmadır, "kol kırılır yen içinde kalır"cılık oynamak ya da kan kusup "kızılcık şerbeti içtim" demektir... Omuz omuza vermektir. Sorunlarını, yokluklarını birbirlerine sonuna kadar açıp, dışarıya hissettirmemek için olağanüstü bir gayret sarf ederler. Bu, zaman zaman Akdenizliliğin de verdiği gösteriş merakı ve onuruna düşkünlükle birleşerek inanılmaz örneklere ulaşır (edebiyatında Pembe İncili Kaftan gibi bir klasik bulunan bizler için bu durumu anlamak çok zor olmasa gerek). 
"Dışarı" deyince de şöyle bir durup düşünmek gerekiyor. Kimdir dışardakiler? Öncelikle Katalan olmayan herkes. İkinci klasifikasyonda, Katalan olmasa da Katalanca konuşabilenler bir adım öne çıkar. Onları, Katalanca konuşamayan Barcelona sempatizanları izler ama bu son gruba "iç kapının dış mandalı" muamelesi yapılır. Kolayca görülebileceği gibi, Barcelonismo'nun omurgası dildir aslında... Konuşulması, yazılması on yıllar boyunca yasak olan, resmen tanınmayan, yok edilmeye çalışılan ama her köşebaşından, her dizeden, her şarkıdan, küllerinden doğmuş ve yenilgiye direnmiş bir dil. 
Burada bir paragrafı da Katalanlar'ın kendi dilleriyle kurmuş oldukları "özel" ilişkiye ayırmak gerek. Franco döneminde İspanyolca dışında kalan tüm diller için uygulanan yasaklar eşit sertlik ve acımasızlıkta olmasına karşın, Katalanca'nın direnişi diğerlerinden, sözgelimi bir Baskça'dan çok daha güçlü olmuş. İstatistikler bunun kanıtı. '70'lerin sonunda yapılan bir araştırmaya göre; Bask bölgesinde yaşayanların çoğu, kendi aralarında konuşurken bile İspanyolca'yı tercih ediyormuş. Bu rakam, genç kuşakların Baskça konuşmaya teşvik edilmesiyle bugün yüzde 55'in üzerine çıkmış durumda. Oysa aynı oran, yani günlük hayatta kendi dilini seçenler, Katalan bölgesinde yüzde 85'i buluyor. Basklar'ın Katalanlar'a oranla çok daha milliyetçi ve şahin olduklarını biliyoruz. İç savaşın sona erdiği 1939'dan günümüze Katalan milliyetçiliğinin silahlı direniş fikrine pek sıcak bakmaması, buna karşın Bask deyince akla eylemleri hâlâ süren ETA'nın gelmesi ve ana dile bağlılık konusunda iki toplumun farklı portreler çizmesi, tuhaf bir tezat oluşturuyor. 
İspanyol İç Savaşı'nda Cumhuriyetçiler'in teslim bayrağını çektiği 1939 yılından "Generalissimo" Franco'nun öldüğü 1975'e kadar tam 36 yıl boyunca ana dillerini konuşamamış Katalanlar. Hatta, resmi ideoloji tarafından "Sizin diliniz yok ki, o sadece farklı bir lehçe" diye aşağılanmışlar. Okulda, caddede, sokakta, mahkemede, her yerde Katalanca konuşmak yasakmış yasak olmasına da, nedendir bilinmez, stadyum bu uygulamanın dışında kalmış. Franco'nun, ters çevrilmiş bir faraşı andıran komik kepler giyen polisleri, Barcelona maçlarında Katalanca bağırıp çağıranlara ilişmemişler. Görmezden, duymazdan gelmişler. Haliyle stadyum, giderek direnişin mabedi, bordo-mavili forma bayrağı, futbol takımı da ordusu haline gelmiş. Zaten evvel-ezel başkente bir başkaldırı rengi taşıyan Barça-Re-al Madrid maçları iç savaşın "arkası yarını" formuna girmiş ve Barcelona taraftan, Numancia Caddesi ile Travessera Les Corts Bulvarı'nın kesiştiği yerdeki mütevazı stada sığamaz olmuş. İşte, Real Madrid'in dönemin en büyük yıldızı Alfredo Di Stefano'yu bir gecede Barcelona'nın elinden kaptığı (bu tereyağdan kıl çekme operasyonunu gerçekleştirirken hükümet desteği gördüğü) ve ruhu yaralanan Katalan milletinin de muazzam bir hemşehrilik dayanışmasıyla Nou Camp Stadı'nın inşaatı için bir tür seferberlik ilan ettiği dönem, bu dönem... II. Dünya Savaşı'ndan tuhaf bir biçimde güçlenerek çıkmış Franco'nun, İspanya'nın (en çok da Katalunya'nın) üstüne kâbus gibi çöktüğü 50'li yıllar... Sonrası, FC Barcelona'nın "bir kulüpten ötesi" olmasının ve bugünlere gelmesinin hikâyesidir. 
Biliyorum, epeyce uzadı ve dağıldı ama yukarıda "dünyanın en büyük sivil toplum örgütlerinden biri" olarak tanımladığım bu kulüplerüstü yapının en çok hangi yıllarda güçlendiğini, Barcelonismo'nun nereden çıktığını anlatabilmek ve bütün bunları aslında bir diktatöre borçlu olduğumuz tespitini yapabilmek için, tarihte küçük bir gezintiye ihtiyacımız vardı. Bir önceki cümleyi yanlış okumadınız. Bugün yalnızca spor alanında faaliyet gösteriyor gibi görünen ama devleti olmayan bir ulusun halkla ilişkiler şirketi olmak gibi fonksiyonları da haiz bu devasa sivil toplum örgütünü, yüzyılın en namlı faşist diktatörlerinden Franco'ya borçluyuz. 
İyi güzel de, artık sadede gel, bütün bunların Fenerbahçe ile ne alâkası var, dediğinizi duyar gibi oluyorum. Geleceğiz efendim... Az sonra! 
FC Barcelona, artık dünya üzerindeki bütün futbol tutkunlarının adını ezbere bildiği 98 bin koltuklu Nou Camp Stadı'yla, yıllık 170 milyon doları bulan denk bütçesiyle, gençlerine spor imkânı tanıdığı 16 spor dalıyla, gezegenimize yayılmış sayıları 1300'ü bulan fan kulüpleriyle, futbol istatistiklerine geçmiş şampiyonluklarıyla nümerik anlamda pek çok büyüklük ifade ediyor. Daha da ötesi, kulübün, post-Franco döneminde İspanya siyasetinin iç dengelerinde hatırı sayılır makamlarla eskiye oranla çok daha yoğun temas edebilmesidir. Uluslararası Olimpiyat Komitesi Başkanı Juan Antonio Samaranch'ın Barcelona'nın kulüp üyesi olması, Pinochet'nin korkulu rüyası "süper" savcı Baltazar Garzon'un kulüp yönetimiyle sıkı fıkı ilişkileri, "İspanya'da başbakanı Katalunya valisi, Katalunya valisini de Barca başkanı belirler" ifadesinin kent halkı tarafından sıkça kullanılması... Bütün bunlar, büyüklüğün, son 25 yıl içinde nümerik değerlerden çıkıp nüfuz boyutuna doğru hızla yol aldığının göze ilk çarpan kanıtlarıdır. Sayısız uzlaşma ilmeğiyle örülmüş ilişkiler ağını en iyi tarif eden şeyse kraliyet ailesinin bir fotoğrafı olabilir. Prenses Christina, Barcelona hentbol takımının kaptanı Urdangarin ile evlidir. Kral Juan Carlos, "damadının" maçlarını izlemek için arada sırada spor salonunun protokol tribününde yerini alır. Urdangarin'in Bask kökenli olması, "Birleşik" krallık tablosunu tamamlayan fırça darbesidir. Göğsündeki Barca ambleminde Katalan renklerini taşıyan bir Bask genci ve onu bağrına basan Kastilya kralı... İşte İspanya budur. 
Galiba bu noktada Fenerbahçe ile buluşabiliriz. Tabiî önce paralellik kurduğumuz "yerli büyüğün" niçin Galatasaray ya da Beşiktaş değil de, Fenerbahçe olduğunu dilimiz döndüğünce açıklamak kaydıyla... 
Kurthan Fişek'in '70'lerde yaptığı "Galatasaray aristokrasinin, Fenerbahçe burjuvazinin, Beşiktaş da proleteryanın kulübüdür" tespitinin altından çok sular aktı... Futbol, Türkiye'nin son 20 yılında "bir top, iki kale, 22 oyuncu" manzarasının çok ötesine tekabül eden, büyüyen, büyürken büyüten ve gelip gündemin başköşesine kurulan bir oyun haline geldi. Bu büyümeden büyükler de fazlasıyla nasibini aldı. Taraftar sayıları hızla arttı ve hissedilir derecede birbirlerine benzediler. Artık farklar yalnızca nüanslardaydı. Söz konusu nüanslardan birinden çıkarak diyebiliriz ki, FC Barcelona ile Galatasaray arasında paralellik kurmak, ortak noktalar bulmak kolay değildir çünkü Galatasaray bir okulu, üstelik de ağırlıklı olarak seçkinlerin tercih ettiği bir okulu baz alan kulüp yapısıyla popülist değil, elitist bir pozisyon almıştır. Sarı-kırmızılı camiada birkaç yıl öncesine kadar Galatasaray Lisesi mezunu olmayan birinin başkan seçilmesi bile mümkün değildi. Oysa Barca, üye sayısının altı haneli rakamlara taşmasından da rahatlıkla anlaşılacağı üzere geniş tabanlı demokratik bir örgüttür. 
Beşiktaş'a gelince... Yazımızın önceki bölümlerinde Barcelonismo tarifimize şekil şemal vermeye çalışırken altını çizdiğimiz "Akdeniz usûlü gösteriş merakı"ndan eser yoktur siyah-beyazlı camiada. Belki renklerinden, belki de uzun yıllara damga vurmuş sembol isimlerinin kişiliğinden gelme bir "Ağır ol da molla desinler" havası, Beşiktaş'ı Barcelona'nın kulvarından çeker alır. 
Ancak Barcelona'nın yukarıda vurgulamaya çalıştığımız iki özelliği de Fenerbahçe'de fazlasıyla mevcuttur. Gücünü büyük ölçüde tabandan alan, tribünün sesine kulak veren yönetimler (ne yazık ki, bu konuda elitist davranmamak bazı dönemlerde camiaya pahalıya patlamış, kapının önünden geçerken kendini kongrede bulan eşraftan kimi zevatın başkanlık mertebesine tırmandığı görülmüştür), gösterişçi ve gösterişli takımlar... İlaveten, kökü Kurtuluş Savaşı yıllarında ingiliz muhriplerine karşı oynanmış maçlara kadar uzanan -ve Barcelonismo'yu çağrıştıran- milliyetçilikle beslenmiş bir popülarite, kalabalık ve yaygın bir taraftar kitlesi. 
Fenerbahçe her zaman yıldızlarıyla anılmış bir camiadır. Şampiyonluklar, evet... Fakat bu şampiyonlukları yıldızlar / yıldızları şampiyonluklar armağan etmiştir kulübe. Canlar, Lefterler, Cemiller... Fenerbahçe taraftarının hası, takımının yalnızca kazanmasını değil, sahaya çıkmışken "yakışıklı" futbol oynamasını, yıldızlarının gönül almasını da ister. Tıpkı Barcelonalılar gibi... 
Bu gösterişli oyun merakına eklemlenen "güzel olan her şeyin ülkemize Batı kapısından girebileceği inancı" Fenerbahçe'nin hep teknik patronunu dışarıda araması sonucunu getirmiştir. Galatasaray'ın kendi evlatları arasından Gündüz Kılıçlar, Coşkun Özarılar, Mustafa Denizliler ve nihayet Fatih Terimler çıkarmasına, Beşiktaş'ın bir aralar "özkaynak düzeni" adını verdiği bir hamleyle kendi starlarını yaratmaya çalışmasına, Fenerli genellikle omuz silkip geçmiştir. Onun acelesi vardır. Her şeyi, bilhassa şampiyonluğu hemen istemektedir. Acil başarının yolu, bu coğrafyada adam yetişmesini beklemek değil, parayı bastırıp en iyisini memlekete getirmektir. Ignace Molnar'la başlayıp Didi ve çeşitli -iç'lerle süren, nihayet Parreira'ya kadar uzanan ithalat rejiminin açıklaması budur (arada, farklı bir disiplinin temsilcisi olan Almanlar da Dereağzı'nda görülmüş ama pek tabiî ki onların çalışma-sabır-sebata dayanan aşısı tutmamıştır. Bu nedenle önceki cümlede şampiyonluk yaşayan hocaları andık sadece). 
Yakından bakınca Barcelona cephesinde de durumun farklı olmadığı görülür. Katalan kulübü sıradanlıktan sıyrılmanın kapılarını ünlü teknik adam Helenio Herrera ile açmış, ondan sonra da yabancı çalıştırıcılara çoğunlukla cömert davranmasıyla tanınmıştır. Maradona hariç, bütün yıldızların kariyerlerinin en parlak yıllarını Barcelona formasıyla yaşaması, vasatın biraz üstünde sayılabilecek bazı isimlerin de bu kulüpte yıldız katına çıkması bir tesadüf değil. Çünkü Barca taraftan yıldız sever (ama Yalçın Doğan'ın Fenerbahçe Cumhuriyeti kitabında anlatıldığı gibi, bir yıldız futbolcunun Hava Kuvvetleri Komutanının özel emriyle savaş uçağına konduğu gibi maça yetiştirilmesi, doğrusu Barça taraftarının hayal gücünü de aşar, Barcelona yönetiminin ülke politikasındaki etkinlik katsayısını da...) 
Johan Cruyff, teknik direktör olur olmaz "Bundan sonra Barcelona transfer hovardası olarak bilinmeyecek. Yıldızlarımızın Çoğunu burada, kendi altyapımızda yetiştireceğiz" dediğinde, taraftarların çoğu şaşırmış, hatta bazıları alınmıştı. O güne dek, Barcelona'dan yetişen futbolcuların sayısı hayli kabarıktı ama bu yetenekler genç takımdan A takıma alınmaz, Zaragoza, Valencia, Valladolid gibi ikinci mevki takımlarda sürttükten sonra, bir hayli para dökülerek transfer edilirdi (bir vakitler Kapalıçarşı'dan gelen Abdullah'ı Fenerbahçe'nin beğenmemesi ve yıllar sonra Trabzon'dan transfer etmesini hatırlayın). Cruyff dediğini de yaptı: Sergi, De la Pena ve Celades hep onun döneminin mahsulleriydi. 
Bu hamlenin bir benzerini belki Fenerbahçe de yapabilir ama bir yabancının, Cruyff'un Barcelona'da kaldığı kadar sarı-lacivertli kulüpte kalması ve bütün yapıyı ezberlemesi, Cruyff kadar saygın, karizmatik ve otoriter olması kaydıyla...Barcelonismo ve Fenerbahçelilik arasındaki ortak noktaları böylece sıraladıktan sonra, taa en başta cevabını arayacağımıza söz verdiğimiz soruya gelelim: Fenerbahçe, Barcelona olabilir mi sahiden? 
Gücünü, yokedilmeye çalışılmış bir dilden, bir kültür hazinesinden ve bunların üzerinde yükselen bir dayanışma ruhundan almadığı (ya da bir zamanlar almışsa bile bu dinamiği kısa sürede kaybettiği) için zor. Çok zor... 
"Fakat ille de Barcelona gibi olmak gerekiyor mu?" sorusu da bir kenarda duruyor. Neredeyse folklorik diyebileceğimiz kadar yöresel bir kimlikten, biraz da faşizmin zoruyla yola çıkıp, 50-60 sene içinde bir "dünya markası" haline gelmeyi, yüz yaşını geride bırakmaya hazırlanan bir İstanbul kulübü için uzak ve fantastik bir hedef olarak tanımlayabiliriz. Peki, futbolun popülaritesinden istifadeyle bir kentin, bir yörenin insanlarına "insan gibi spor yapma imkânı" da sağlanamaz mı? Okullarımızda eğitim değil, yalnızca öğrenim verildiğini ve bunu kırabilmek için verilecek mücadelede sporun çok önemli bir siper olduğunu gözden kaçırmadan... 
Barcelona nüfusu 4 milyona yaklaşan, Fenerbahçe'nin 'konuşlanmış" olduğu Kadıköy'den pek de büyük olmayan bir kenttir. Kentin futbol takımının, bu satırlarda anlatmaya çalıştığımız sebep-sonuç ilişkisi neticesinde şampiyonluklara, kupalara, dolayısıyla dünya çapında popülariteye, dolayısıyla bol sıfırlı gelirlere ulaşması en çok üyelere ve onların ailelerine yaramıştır. 170 milyon dolar civarındaki bütçenin neredeyse beşte biri amatör branşların faaliyetleri, altyapı çalışmaları, tesislerin bakım, onarım ve işletmesi, üniversite ile birlikte düzenlenen kültürel etkinlikler için ayrılır. Zaten kulüpte yalnızca 4 profesyonel takım vardır: Futbol, basketbol, hentbol ve paten hokeyi (dördü de erkek takımlarıdır, bayanlarda profesyonel faaliyet yoktur). 
Oysa Fenerbahçe'ye baktığımızda; futbol, basketbol (erkek-bayan), voleybol (erkek-bayan), atletizm (erkek-bayan), boks ve kürek olmak üzere altı dalda, dokuz takımın sporcu ve antrenörlerine kulübün kasasından ücret ödendiğini ve futbol şubesinin çeşitli sebeplerle beklenen gelir düzeyine ulaşamadığı yıllarda geliri olmayan diğer branşların fakrü zaruret içinde yaşadığını görüyoruz. Bütçesini bir türlü denkleştiremeyen kulüp, Barcelona'nın iki misli bir ağırlığı omuzlamaya çabalıyor.Barça'da üyelik, Türkiye'de bir tenis ya da yüzme ihtisas kulübünün üyeliğine benzer. Üyelerin hepsi, profesyonel dalların dışında kalan dallarda kartlarını gösterir, ucu bucağı olmayan tesislere girer ve ister antrenör nezaretinde, ister kendi başlarına spor yapabilir (tenis kortlarının toplam sayısını her sorduğumda değişik bir cevap aldım. Bunu söylediğim bir yönetici "Normal. Çünkü her hafta yenileri yapılıyor, eskilerden bazıları bakıma alınıyor. Tenise talep arttıkça yeni kortlar açmak zorundayız" demişti). Böylesi bir tabloyu gözünüzde canlandırınca, nüfusu İzmir'inkini aşmayan bir kentten dünya klasmanında ilk onu zorlayan birkaç tenisçi çıkmasının nedenlerini anlamak da kolaylaşıyor sanırım... Yalnızca tenis mi? Barcelona kentinin Avrupa Şampiyonu bir hentbol takımı, Formula l'de yarışan bir pilotu, her yıl Fransa Bisiklet Turu'na davet edilen 10-15 bisikletçisi, olimpiyatlarda madalya alan bir atleti var! Tabiî bu yeteneklerin hepsi FC Barcelona'nın lisansiye sporcusu değil ama kulübün şehrin insanlarına sağladığı spor olanaklarıyla bu çorbada tuzu yok mu, dersiniz?Milyonlarca insanın dikkatle takip ettiği bordo-mavili futbol takımı, aslında buzdağının suyun üzerindeki kısmıdır. Takımın her başarısı, geliri -ve dolayısıyla- imkânları artırdığı için, belki bir engelli gencin basketbol oynayabilmesi için tekerlekli sandalye, belki bir hanım teyzenin yaşı kemale erdikten sonra tenise başlayabilmesi için antrenör maaşıdır. Kulüpte şimdilik rakibi olmayan bir beyzbol takımı bile kurulmuştur ve bizde olsa "halletmenin Amerikancası" diye topa tutulabilecek bu marjinal grubun üyeleri, kendilerine bu sportif özgürlüğü Kluivert'ın attığı gollerin ya da Rivaldo'nun verdiği pasların getirdiğini bilirler. İşte bu yüzden bambaşka bir aşkla severler takımlarını...Hiç olmazsa, Kadıköy'ün Barcelona'sı rolüne soyunamaz mı? Fenerbahçe?
Yiğiter Uluğ


Takımdan Ayrı Düz Koşu [Derleyen; Tanıl Bora]

2001-Nisan

21 Temmuz 2012

"Biz, Fenerbahçe'nin Yetiştirdiği Çocuklarız!"



Yazar bazen yazamaz.. 

Azar bazen..

Çeşitli bahanelerle ayyuka çıkan "rahatsızlığından ötürü bu haftaki yazısını yazamamıştır" ana başlıklı editöryal yazı yalan ötesi gelmiştir bana.. Yazar, yazamadığı için özür diler, peki okur onu okuyamadığı için özür diler mi? Her konuştuğunda 'sessizlikten çaldığını' düşünerek hırsızlığından hicap duyan ve bir an önce susmayı tercih edenler olur.. 

Bu biraz, geçtiğimiz günlerde Aykut Kocaman`ın söylediği "Biz, Fenerbahçe`nin yetiştirdiği çocuklarız" cümlesinde saklı bir efendilik..

16 sene önce, o halâ akıllarımızın bir köşesini meşgul eden 96`daki Trabzonspor-Fenerbahçe maçından çok sonra, Aykut Kocaman`ın söylediklerinden sonra devam etmek isterim; "

"Şimdi bakın bir maç oynanıyor, ben gol atıyorum, bir takımın şampiyonluğu tehlikeye girince o takımın taraftarı intihar ediyor. Buna üzülmemek olur mu? Ne korkunç bir tablo bu. Bir haftadır bu intiharı, futbolun geldiği noktayı ve Rize’deki olayları düşünüyorum. Tuttuğu bir takım için kendini asan bir kişiye anlam veremiyorum. Bunları sorguluyorum kendi kendime ve biliyorum ki takımı için kendini öldürebilecek binlerce taraftar var. Ama neden olsun bunlar? Ne yazık ki bir çok insan, tuttuğu takımın başarısı ya da başarısızlığını, kendi başarısı ya da başarısızlığı haline getiriyor. Kendimi bildim bileli top oynarım, gelebilecek en güzel yere de geldim galiba ama, bugünlerde sevinemiyorum işte. Fanatizm ve futbol dünyasındaki entrikalar soğuttu beni birçok şeyden. şimdi biz Trabzon’da yenilseydik ne olacaktı? Olacağı şuydu, İstanbul’da bizim için hazırlanan ipler vardı, hem de boynumuza geçirilmek üzere hazırlanan ipler. Hem taraftarın, hem yöneticilerin, hem de bir kısım basının bizim için hazırladığı ipler. Peki, ne oldu Fenerbahçe’nin sezon başından beri başarılarına, diğer arkadaşlarımın bugünkü performansına, benim yıllardır attığım gollere? Bugüne kadar 141 gol attım ama her hafta yeniden kanıtlamam gerekiyor kendimi ya da Fenerbahçe Stadı’nın arkasında bir yenilgi sonrası acaba beni linç ederler mi diye düşünüyorum.. Yani bir çok başarı hep boşa gidebilir.

<...> Bilmiyorum ama toplumun her kesiminde genel bir yozlaşma yok mu sizce? Kimse kimseye saygı göstermiyor. Başarı için her şey mübah görülüyor. Utanmayı, ayıbı bilmeyen bir toplum olduk. Her şey birbirine o kadar bağlı ki. Mesela spor magazin programlarında arkadaşlarımın haline şaşırıyorum, onları o hale sokanlara da tabi. Sabun köpüğü şöhretin ne anlamı var soruyorum size. Üç dakika boyunca milyonlarca insan bir futbolcunun kuzu taklidini seyrediyor, kime ne kazandırır bu?

Gol sevincini şova dönüştürenlere, gol atınca rakip seyirciye dönüp ana avrat düz gidenlere de şaşırıyorum. Ben kendi korkularımı, psikolojik durumumu daha çok önemsiyorum. Örneğin Trabzon maçının ilk 20 dakikası boyunca dinmeyen kalbimin atışlarını düşünüyorum şimdi… Yaşamım boyunca ilk kez bir maçtan bu kadar korktum. Ama Trabzonlu taraftarların sahaya inip bizi linç etmesinden değil, lanetlenmekten korktum."

(Röp.Nebil Özgentürk)

Bunları neden anımsadım, dahası neden sizlere okutmak istedim? 
Geçtiğimiz günlerde gazetelerde gördüğüm bir fotoğraf sebep oldu `şükretmeme`.. 

Fotoğraf karesinde, Fatih Terim ve yardımcısı vardı.. 


İmparator diye lanse edilen Fatih Terim, kendisini baya baya `imparator` zannetmiş olacak ki, yardımcısının bir elinde Fatih Terim`in susadığı zaman içilmek üzere hazır beklenen bir bardak su, diğer elinde güneşin ultraviyole ışınları imparatora zarar vermesin diye hemen başının üzerinde tutulan bir şemsiye.. İmparator`un kulaklarında kulaklık, tahmin ediyorum ki o sırada, 90`larda bize güzel bir mesaj verip ortadan kaybolan Barbaros Hayrettin`in şarkısı "ben sizin babanızım, ben ne dersem o olur" çalıyor olsa gerek.. 

Aykut Kocaman ile Fatih Terim kıyaslaması daima zarar verecektir esasında ama ne olursa olsun söylemeden edemeyeceğim birşey var, özet niteliğinde.. Aykut Kocaman, asla hakim olmadığı bir dilde basın toplantısı yapmaz, bundan hicap duyar, kendini bilir ve prestijine zarar vermez.. Fatih Terim ise kendini mükemmel zanneder.. 

Kaliteli Türk Medyası ise Fatih Terim`i şişirmekten mütevellit, doğal balon üretimi konusunda başarılı ile yol katetmekten son derece memnun gibi.. Öyle ki, Felipe Melo`nun, pek hafife alınamayacak cinsten hırpaladığı takım arkadaşı Riera ile kavgasının ardından yaşanan süreci bir "iletişim becerisi" olarak şişirilmesi müthiş bir başarıdır, takdire şayandır.. 

Fatih Terim`in haşmetine itibar katarak önümüze sunmaya devam ettiler.. Etsinler.. Şişirsinler.. 
Siz şişiredurun..

Biz şükredelim diye yazdım bunları..


Bilmeyene not olsun bu aşağıdaki alıntı, anlatmaya çalıştığım durumun seneler evvelinden olduğunun kanıtı olur belki..

Aykut Kocaman`ın en popüler olduğu sene verilen evlilik haberi; "Fenerbahçeli gol kralı Aykut Kocaman, dün Beyoğlu Evlendirme Dairesi`nde yaşamını Arzu Bayru ile birleştirdi. 30 Haziran`da Fenerbahçe Sosyal Tesisleri`nde yapılacak düğün nedeniyle kimsenin davetli olmadığı törene Aykut ve eşinin günlük kıyafetleri ile katılması ilgi çekti."

Biz, Fenerbahçe`nin yetiştirdiği çocuklarız!



17 Temmuz 2012

BİLDİĞİM EN AFİLLİ TESELLİ CÜMLESİ; "SİKTİRET!"


Taraftar, aslında hayata sopalı pankartın arkasından bakmayı tercih etmiştir.. Sırtı genelde sahaya dönük olur.. Bu belki işin biraz fiziksel tarafı, yorucudur.. Ancak bir de mantalitesi var taraftarlığın.. Onu da Hollanda Ligi Eredivisie'ye bu sezon veda eden De Graafschap'ı oluşturan isimlerden 30 yaşındaki Rogier Meijer'in küçük kızı bize hatırlatıyor.. 

Bu, adeta bal kovanının içine düşmüş küçük kız, saha ortasında teselli ediyor, yığılıp kalmışken babasını.. Yukarıdaki karelere milyonlarca replik yazılabilir, o kadar ilham verici.. Tüm sihir bu kızın sergilediği tavırda, tüm keramet onda.. 

-"kaybettik.."
denildiğinde
-"olsun, yine kazanırsın baba!"

bakışı var burada.. Öyle nazlı, öyle sevimli..

Futbol bu kadar basit ve bu kadar ciddi bir iştir..

"DANS ET ŞAMPİYON!"

Yeşil sahada, basketbol salonunda, soyunma odasında, televizyon ekranında, gazete sayfasında, dost meclisinde, okey masasında, mahkeme salonunda, eylem alanında, Metris'te, buzdolabında, Çağlayan'da, anne kucağında, Uefa'da, arkadaş arasında, Topuk Yaylası'nda, halı sahada, Kadıköy'de, dergi yaprağında, deplasmanda, havada, karada ve denizde defalarca haksızlığa uğramış olan, hem yalnız hem çok kalabalık olan son yılların şahit olduğu en büyük sivil toplum örgütü, yani Fenerbahçe Spor Kültürü'ne ithaf olunur;


"Dans et şampiyon, kimsesizler yurdundaki yalnız çocuklar için dans et. Çocuklar için salla yumruklarını.
Kiralarını ödeyemeyen işsizler için dans et. Şu alçağın işini bitir!
Meyhanedeki ayyaşlar için dans et şampiyon, kanserden ölen yoksul hastalar için, kefaletleri ödenmeyen sefil mahkumlar için, herkesin terkettiği eroinmanlar için, kocaları olmayan gencecik hamile kızlar için. Dans et şampiyon, savaş onlar için!

Şu aşağılık herifin işini bitir, çenelerini dağıt hepsinin. Düşkünler yurdundaki zavallılar için, emeklilik maaşı alamayan yaşlılar için, pis bir sokakta müşteri bekleyen yaşlı ve yorgun fahişeler için…
Meyhanelerde oturmuş demlenen bütün yalnız kalpler için, bilardo salonlarındaki yalnızlar için, sokak köşelerindeki yalnızlar için. Dans et şampiyon, savaş onlar için!


Temizlik işçileri için salla yumruklarını; hava limanlarında, otobüs duraklarında, benzin istasyonlarında yerleri süpüren küçük insanlar için. Savaş onlar için şampiyon. Otellerde yatakları yapıp tuvaletleri temizleyen küçük odacı kızlar için dersini ver şu aşağılık herifin!


Seni kurtaranlar senatör değildi, vali değildi, başkan değildi. Sokaktaki insanlar kurtardı seni. Şimdi sokaklar adına savaş, hadi evlat, işini bitir şu aşağılık herifin!


Bu ring ikinize fazla. Hadi bitir işini, suratını paramparça et. Yoksullar adına şampiyon, yoksullar adına!
Hadi yavrum salla yumruklarını! Muhammet Ali’yi hiçkimse yenemez, hiçkimse. Sadece Cassius Clay yenebilir ama o da bu akşam aramızda değil.


Dans et şampiyon, hadi oğlum dans et!"



[Bu sözler, Muhammed Ali’nin antrenörlerinden Bundini tarafından Zaire maçından önce Ali’ye fırlatılmıştır..]



"Martı ve Küçük Prens Üzerine Tezler"



"Martı Jonathan Livingston’dan değil, Küçük Prens’ten yanayım...
İkisi bambaşka şeylerdir.

-Martı Jonathan Livingston kariyeristtir, Küçük Prens anti-kariyeristtir.

-Martı Jonathan Livingston sinekten yağ çıkartmayı önerir bir bakıma, Küçük Prens sineklerin yağ gibi süzüldüğünü görmemizi ister.

-Martı Jonathan Livingston yeterince çalışırsak, hepimizin ninja olabileceğini söyler, Küçük Prens sen böyle güzelsin bayım der.

-Küçük Prens, Martı Jonathan Livignston’la karşılaşsaydı, şahin gibi uçmana gerek yok, martısın sen martı kal derdi…

-Martı Jonathan Livingston kişisel gelişim kitabıdır, Küçük Prens kişi olma kitabıdır.

-Martı Jonathan Livingston varolmak için gayret etmelisin der, Küçük Prens varolmak için hayret etmelisin der.

-Martı yoldur, Küçük Prens yoldaştır."


Murat Zelan