26 Haziran 2011

Bir Norveçlinin Fenerbahçe Deplasmanı Hikayesi


Vamos Bien (Fenerbahçe) & Kanari-Fansen (Lillestrom) dostluğundan doğan güzel diyalogların sonucunda Kanari-Fansen'in tribün lideri Morten ile olan dostluğumuza müteakip yazdığı Sivas deplasman yazısı aşağıda.. Sözü fazla uzatmaya gerek yok, bu defa kalem Morten'de..




3 yıldır bir Norveçli Fenerli olarak, sonunda benim lanetimin bittiğini söyleyebilirim. Ünvan kıtlığı bitti, ve ben sonunda güçlü kanaryalarla pozitif bir sezon sonu deneyimi yaşadım.

Şöyle özetleyeyim: Fenerbahçe taraftarı olduğum dönemde klüp tek bir kupa bile kazanamadı, 2009daki sözde Süper Kupa dışında. 2009/10 sezonunun son iki maçına bile geldim -beklentilerle- Kadıköy'de birinci elden şampiyonluk deneyimini yaşamak amacıyla. Bunun nasıl sonlandığını hepimiz biliyoruz... (Tek olumlu yanı arkadaşım Kim'in, biz yanan stadyumdan kaçmaya çalışırken türk polisinin copunu tatması oldu.)

Mesele değil. Bu yılın başlarında benim sevdiğim (ve bazen çokça nefret ettiğim) şehrim Oslo'yu ziyaret eden Vamos Bien'den ünlü Emin'le tanışacak kadar şanslıydım. Bu zaman Fenerbahçe - Kasımpaşa maçına 13 Kanari-Fansen Lillestrøm üyesini Kadıköy'e getirmemden sadece üç hafta önceydi. Eminle benim kanlarımız uyuştu ve gruplarımızı o gün bir araya getirmeye karar verdik.

Çoğunuz bu hikayenin nasıl ilerlediğini biliyorsunuz - Vamos Bien ve Kanari-Fansen'in birlikteliği büyük bir başarı oldu ve dünyanın bu soğuk tarafından gelen arkadaşlarım ömür boyu unutamayacakları anılar edindiler. Benim açımdansa Sezgin'in tavsiyesini dinleyip sezonun son maçına gelmeye karar vermek büyük bi deneyimdi, karşılayacak param olmasa bile. Nasıl olduğunu bilirsiniz... bazen iyi bişeyden uzak durmanız mümkün değildir.

Sezgin ve Sedef'le sezonun son maçından önceki cumartesi buluştuk. Hediyeler alıp verdik (aldığından çok daha fazlasını verdi, ben genelde bu şekil takılırım), ve grubun meşhur kapşonlularından birini hediye olarak alacak kadar da şanslıydım. Bikaç bira içtik, biraz pro evolution soccer oynadık ve stadın yanındaki otoparka doğru ilerledik, otobüs buradan hareket edecekti. İyi bir gündü!

...ama yaklaşan gece ve ertesi günün klaslığının yanına bile yaklaşamazdı. Daha otoparkın orada bile, herkes beni karşıladıkça evimde hissettim. İngilizce bilip bilmemelerinin önemi yoktu, benimle ilgileniyorlardı. Haluk, Sedar, Hatice, Emin, herkes - otobüsü beklerken hepsi beni yanlarına çağırıp bira ikram edip sohbet ediyorlardı. Misafirperverliği kimse Vamos Bien gibi uygulayamaz, bunu bilir bunu söylerim.

Otobüse bindik ve işte gidiyoruz. Sezgin, Şükrü, Emre ve Evren arka koltuğu ele geçirdiler ve aynen Norveç'teki arka koltuk tayfası gibi davranmaya başladılar - grup elemanlarını ve yolcuları taciz eden şarkılar söylerken sert içkiler içmek! Çok sevecenler, bunu söylemeliyim. Votka, tekila... Kutu efeslerim yüzünden kendimi biraz kadınsı hissetmeme bile sebep oldular. "Tam bir gösterişli avrupalısın" dediler. Ama bütün bunlar ilk molamızda değişti. Otobüsteki herkes inip benzincinin tuvaletine giderken ben "gösterişli" imajımdan kurtulmaya karar verdim ve tuvaletin girişinin yan tarafına, dışarıya, işemeye karar verdim. Ben, "gösterişli" ha? Öyle bişey yok...

İçiş devam ediyor ve Ankara'yı geçmemiz çok sürmüyor. "Bu yolculuk hemen bitecek" diye sessizce düşünmeye dalmışken arkadaki tayfa son 20 yılın (kabaca bir tahmin, şarkıları biliyor olma ihtimalim yok) her türk pop hitini seslendirmeye devam ediyor. Benim zirve anım ise "Mor Menekşe"yi söylemeye başladığım an oluyor. Hesapta Türkçe bilmeyen bu herif de kim şimdi? Kafayı yemişin teki! Arka tayfa uykuya dalıyor ve "bu yolculuk hemen bitecek" düşüncesi en az üç sonsuzluk gibi bir yolculuğa dönüşüyor. Gereksizce uzun olduğum için bir otobüs koltuğunda uyuyamıyorum, yani sıçtım. Sedar'a ve Haluk'a dönüyorum bi süre ama ne kadar nazik olsalar da erken saatlerdeki parti hissi şimdi buralarda değil.

Sezgin ve tayfa uykuya daldıktan sonra onların derin bir komada olduklarını ve Sivas'a varana kadar kendilerine gelmeyeceklerini düşünüyorum. Dostum, yanılmışım... Otobüs duruyor ve birden hepsi dışarıya çıkıyor. "Morten, biraz çorba içicez" diyorlar. Bu da neydi şimdi?! Saat sabahın 6sı ve iki saat önce hepinizin kafası beton gibiydi. Çorba mı?! Yolculuğun geriye kalanının özeti bu şekilde. Her iki saatte bir otobüs duruyor ve hemen hemen bir öncekinin tamamen aynısı olan bir yere bi iki kase çorba ve tabi ki çay içmek koşturuyor bütün otobüs. Bu noktaya kadar kültürel farklar tamamen görünmezdi ama şimdi herşey tuhaflaştı.

Bu bi süre daha devam ediyor ve Sivas şehir sınırına ulaşıyoruz. Ve tabi ki burada bizi bi tabur polis bekliyor. Herkes otobüsten iniyor ve aramaya başlıyorlar. Otobüs tıka basa alkol doluydu ama polisler otobüste bi kaç dakika geçirip bizi yolladılar. Ne bulmayı umduklarını tanrı bilir ama kimin umurunda, Sivas'tayız ve yakında şampiyon olucaz!

"Kimse gruptan kopmasın" diyor Haluk Başkan eve dönmeden önce son kez otobüsten inerken. Onun lafı buralarda kanun gibi, ve bu Vamos kapşonlusu giyen 50 kişinin bütün gün Sivas sokaklarında dolaşmasıyla sonuç buluyor. Şehrin her yerine stickerlar yapıştırılıyor, kongre binası gibi tarihi yerleri görme fırsatı buluyorum ve kısa bi süre sonra yemek yiyebileceğimiz bi yer buluyoruz. Maç günü Sivas'ta 50 kişiye nasıl masa bulursun? Vamos Bien'e sor.

Sadece restoran bulmakla kalmadık, Sivas'ın belediye başkanıyla tanışma imkanı da bulduk. Merhaba demeye gelmiş nedense - sanırım bizim bu radikaller düşündüğümden daha sıkı bağlara sahip. Ve yemek için anlaştığımız fiyat süperdi. Çorba, sivas köftesi ve "içebildiğin kadar içecek" sadece 10 lira. Yemek miktarı çok fazlaydı. Norveç'te bu fiyata döner dürüm bulursan şanslısın, ve bunu abartmıyorum.

Maç zamanı! Stada doğru yürüyoruz, arada devasa bayrağı bana veriyorlar. Benim için çok gurur verici bi an, tabi ki. Ama Kanari-Fansen pankartını belime sarıp stada sokmayı başardığım an daha gurur vericiydi. Ama Şükrü'nün çitlere tırmanıp Vamos Bien pankartının yanına Kanari-Fansen pankartını astığı zaman duyduğu gururun yanına bile yaklaşamam. Buna Kanaryan Kardeşliği diyesim geliyor ama burada iğrenç bir yan anlam var, bilmem anlatabiliyor muyum. (anti'nin notu: Kan"aryan", aryan, saf kan kelimesinin iğrenç çağrışımından bahsediyor) Herneyse: Haydiiiii!

1-0! Santos. 1-1. Siktir. 2-1!!! Selçuk?! 3-1! KESİNLİKLE ŞİMDİ! Alex, bu arada. 3-2. Lanet olsun... 4-2! Yobo, bazen seni seviyorum! Kıyamet! Heryerde meşaleler, neler oluyor? Laylaylaylay ŞAMPİYON! Sonra Erman bi gol daha atıyor, 4-3. Haydaaaa, her şey tekrar cehenneme geri mi dönüyor? Mümkün değil. Son düdük çalıyor. Şampiyon Fener! İnanamıyorum, resmen inanamıyorum. Bir yıl önce oradaydım. Hayal kırıklığına tanık oldum ve onu hissettim, isyan deneyimini yaşadım. Biber gazı yedim ve dibe vurdum. Ve şimdi tekrar buradayım. Şampiyonuz. Şampiyonluk gerçekten geliyordu. EVET! Sahaya giriyoruz, dans ediyoruz, gülüyoruz, sarılıyoruz, resimler çekiliyoruz ve hayatımızın anını yaşıyoruz.

Eve dönüş pek de pürüzsüz olmuyor, şöför bile kesinlikle manyaktı ve bariz bi şekilde %100 ayık değildi. Ama bi yandan da, kim ayıktı ki? Son bi kaç saati benim bariz heyecanımdan dolayı Lillestrøm şarkıları söyleyerek geçiyoruz, ve her şeyin üstüne, Sezgin 1996 şampiyonluğunda onlarla olan bayrağı bana uzatıyor. "Bu artık senin" diyor ve şaka yapmadığı kesin. Ne diyeceğimi bilemiyorum, çok fazla gibi geliyor ama biliyorum ki o ve diğerleri bunu istiyor, bu yüzden ona iyi bakacağıma söz veriyorum ve güzelce katlıyorum. Şimdi o bayrak Åråsen stadında Kanari-Fansen'in merkezinde, ve bu sezon boyunca kilit maçlarda sahne alacak!

Büyüleyici yolculuğum bi kaç saat sonra son buluyor. Otelde belki ancak 30 dakika uyuyabiliyorum ve ihtiyacım olan duşu alıyorum. Yoğurtçu Parkı'nda buluşuyoruz ve şampiyonluk kutlamları için stada gidiyoruz. Daha fazla tebessüm, daha fazla sarılma, daha fazla meşale, daha fazla saha işgali - kısaca, daha fazla Fenerbahçe tutkusunun alameti farikası! Parka geri dönüş, bi kaç bira daha ve sabah erkenden uçağım olduğu için vedalaşmalar.

Bunu eve varışımdan üç hafta sonra yazdım ama zihnimde Kadıköy'ü asla terketmedim. Şampiyonlar Liginde görüşürüz!

Morten

4 Haziran 2011

Bir Beşiktaşlının Gözünden; Alex de Souza!


Futbol, üzerine yazılası bir çok konuyu içinde bulunduran, asıl başarıyı sadelik ile yakalıyabileceğin
ender şovlardan biridir. Bu şovu karanlık gökyüzünde aydınlığı temsil eden 'yıldız' sıfatı ile
taçlandırdığımız futbolcular yerine getirmektedir ya da getirmeye çalışmaktadır. Peki günümüz Türk
futbolunda asırları devirmiş futbol şirketlerinin her transfer ettiği futbolcu için 'yıldız' sıfatı kullanılması
hiç mi rahatsız etmiyor biz futbol severleri? Ulusal düzeyde olası rakiplerinin takımında istemediği
oyuncular bir başka takım için nasıl 'yıldız' sıfatı ile süslenebilir?

Benim futbol anlayışıma göre 'yıldız' sıfatı, bir çoğunun içinde en çok parlamayı başarabilenlere, farkını istikrarlı parlayışı ile gösteren önünü kapatan kısakançlık ve kibir bulutlarının arasından bile ben burdayım diyebilene yakışır. Şüphesiz aklıma gelen ,fikrimi destekleyen, gözlerim ile her bir adımını ve her bir bakışını takip ettiğim, futbolu bilmeyenlerin bile ismi söylendiğinde sadece oradan buradan duydukları ile portresini zihninde resmedebilceği kişi Alexsandro de Souza’dır.

Hangi takımın oyuncusu olduğu, hangi renkteki formayı terinin son damlasına kadar ıslattığı ya da sonuna kadar hak ettiği ücretinin, hangi şirket tarafından karşılandığı umrumda olmadan sevdim ben Alex’i. Saygı duyulası ciddiliği ile sahada olduğu herbir saniye biraz daha kamaştı gözümde. Umutsuzluğun yeri olmayan mücadele meydanlarında beynindeki her bir hamleyi cesurca sergiledi ayakları, umut verdi oynadığı takımın izinden giden binlerce insana. Mutlu etti kendini, eşini, sevenlerini. Hiç yarı yolda bırakmadı.Yıllarca hep alternatifleri düşünüldü, karşılaştırıldı... Emsalleri Arap ülkelerinde isimlerini bir yıllığına satarken, o tarihe altın harfler ile yazdırmaya devam etmeyi seçti.

İnsanların anlamadığı bir nokta var. Zirve ulaşılası birşeydir, tamam. Erişilebilirliği hırs verir, azim verir, kabul. Her yükseltinin en yüksek yeri en sivri olduğu noktadır ve onun üzerine ne koyarsanız koyun dengeleri bozulur. İşte 'Alex' orasıdır. Çok isterim ki o noktalarda seyir eden bir çok oyuncu kalite katsın ligimize. Malasef gerçek şudur ki Türkiye Futbol Ligleri Alex gibi bir oyuncu görmemiştir. Alex gibi bir kişilik barındırmamıştır!

Şimdi üzülüyorum gelecek nesiller için. Endüstriyel futbolun yeni yıldızları malasef onun gibi değil. Belki de oynadığı bölgenin en iyisi olarak anılacak yıllarca ama izlenemiyecek çıplak gözle... Şimdi üzülüyorum kendim için, 2004 yılından önce ne halt yiyordum ki bilmiyordum adını izlemiyordum zekice futbolunu.

Ne olursa olsun ben şanslı hissediyorum kendimi, egolarımı yıkıp gerçek bir futbolcuya hayranlık besliyorum. Gerçek bir kişiliğe saygı duyuyorum. İşte bu neden ile teşekkür ediyorum Fenerbahçe'ye, teşekkür ediyorum Alexsandro De Souza’ya...

Saygılarımla;
Göktuğ GÜRE