6 Temmuz 2011

"Bu Abluka Dağılacak!"

Kara Deryalarda Bir Fenersin!
Desteklediği takımın üvey taraftarları çekilsin kenara.. Tatlısu sempatizanlarla pek mesaimiz yok şu sıra.. Bizim işimiz var!

Emniyet, cemaat, hükümet; artık ne ise -belki garip gelebilir realist düşününce- ancak hiç birisi Fenerbahçe’den büyük değil! Çünkü saydığım bu üç olgunun yandaşları bizler kadar içten pazarlıksız, masumane ve çıkarsız sevmedi, böyle sahip çıkmadı.. 73 yaşında ki Ogün Altıparmak “annem babam öldüğünde böyle üzülmedim” diye giriyorsa söze, şunu iyi idrak etmek gerekir; bu tehlikeli bir sevda!

Sorulması gereken sorular yok değil, operasyonun tarihini kim belirledi? Neden liglerin başlamasına az bir zaman kala oldu bu mesela? Konu şike ise neden tek bir hakem yok gözaltına alınanlar içerisinde? Neden seçimlerden sonra peyda oldu bu lanet mevzu? Endişeniz Fenerbahçe’nin zamanında yaptığı gibi seçimlere etki etmesi miydi? Söylemiştik, tekrar edelim, “Fenerbahçe iktidarı eleştirmez, hükümeti indirir!” diye..

Doğal bir telaş içerisindeyiz, belirsizlik can sıkıcı safhada ancak biraz silkelenmek, biraz nefes alabilmek lazımdır diye düşünürken ciğerim Aykut Kocaman çıktı karşıma.. Anlattı durumu ‘sahadaki gözüyle’ ve tek endişesi “Söylediklerim samimi duygularımdır. Hayatım boyunca, her alanda objektif olmayı düstur edinmiş olan ben, şuan söylediklerim belki bir taraftar gözüyle subjektif algılanabilir ancak bunun değerlendirmesi iyi yapılmalı” oldu ve devam etti; (şimdi iki nokta koyduğum için cümlelerin tümünü yazacak değilim, meraklısı okusun, sadece birkaç alıntı ile meramımı anlatmak niyetindeyim)

Diyor ki ciğerim Aykut Kocaman, “Kimin nerelerde olduğu, bulundukları yerlere nasıl geldiği, futboldan anlayan dürüst insanların söz sahibi olamadığı, gerçek aktör olan futbolcuların aslında tamamen piyon olduğu bir ülkede ter akıtarak mücadele vermeye çalışıyoruz”..

Bir eylem planı içine girmeden önce, özellikle telaşlanmadan tepki vermek için önce bir şeylere inanmamız gerekiyor.. Bu süreçte benim aklımı kurcalayan durum, soru işaretleri değil, Fenerbahçe’nin selametidir.. Kısaca, girişte belirttiğim üzere tatlısu taraftarları şöyle bir kenarda bekleyedursun, bizim işimiz “takımın küme düştüğü gün kombine alacağım” diyen adamlara, daha doğrusu bu özveriyi gösterecek, bu duyguyu yaşayan kişilere ihtiyacımız olduğudur! İçim o kadar rahat ki, endişeli de değilim.. Çünkü –ihtimalden bahsedecek olursak eğer- Chelsea yerine Tavşanlı Linyitspor’la mücadele edecek olmak beni zerre ilgilendirmiyor.. Yüreğim yetiyor benim bunları yaşamaya, sevdam doruklarda çünkü, ne gelirse gelsin!

Demedik mi daha önce, Fenerbahçe sokakta maç yapsa, kaldırımda tribün yaparız diye!

O zaman ona göre hareket edilecek..
Fenerbahçe; baba ise ona göre itaat edilecek.. Anne ise o şefkat gösterilecek.. Eğer çocuksa, ensesinden tutup, çıkarılacak bataklıktan!

Eğer olumsuz sonuç çıkarsa; kulüp lekelenmez, bizler acısını içimize gömer, gözümüzü kapatır, dişimizi sıkar, daha çok yanında oluruz, daha fazla sahip çıkarız..
Eğer suçlamalardan aklanırsak; gerisini siz düşünün! Bu hırsı yarattınız, sonuçlarına katlanacaksınız; yüreğiniz yeterse!

ve bundan dolayı
                       biz unuttuk bağışlamayı...

Varılacak yere
                kan içinde varılacaktır.
 
Ve zafer
          artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar
                                                   tırnakla sökülüp
                                                                  koparılacaktır..
.

Nazım Hikmet Ran


Üstadım İslam Çupi'nin 94'te söylediği üzere; "bu abluka dağılacak!" 

26 Haziran 2011

Bir Norveçlinin Fenerbahçe Deplasmanı Hikayesi


Vamos Bien (Fenerbahçe) & Kanari-Fansen (Lillestrom) dostluğundan doğan güzel diyalogların sonucunda Kanari-Fansen'in tribün lideri Morten ile olan dostluğumuza müteakip yazdığı Sivas deplasman yazısı aşağıda.. Sözü fazla uzatmaya gerek yok, bu defa kalem Morten'de..




3 yıldır bir Norveçli Fenerli olarak, sonunda benim lanetimin bittiğini söyleyebilirim. Ünvan kıtlığı bitti, ve ben sonunda güçlü kanaryalarla pozitif bir sezon sonu deneyimi yaşadım.

Şöyle özetleyeyim: Fenerbahçe taraftarı olduğum dönemde klüp tek bir kupa bile kazanamadı, 2009daki sözde Süper Kupa dışında. 2009/10 sezonunun son iki maçına bile geldim -beklentilerle- Kadıköy'de birinci elden şampiyonluk deneyimini yaşamak amacıyla. Bunun nasıl sonlandığını hepimiz biliyoruz... (Tek olumlu yanı arkadaşım Kim'in, biz yanan stadyumdan kaçmaya çalışırken türk polisinin copunu tatması oldu.)

Mesele değil. Bu yılın başlarında benim sevdiğim (ve bazen çokça nefret ettiğim) şehrim Oslo'yu ziyaret eden Vamos Bien'den ünlü Emin'le tanışacak kadar şanslıydım. Bu zaman Fenerbahçe - Kasımpaşa maçına 13 Kanari-Fansen Lillestrøm üyesini Kadıköy'e getirmemden sadece üç hafta önceydi. Eminle benim kanlarımız uyuştu ve gruplarımızı o gün bir araya getirmeye karar verdik.

Çoğunuz bu hikayenin nasıl ilerlediğini biliyorsunuz - Vamos Bien ve Kanari-Fansen'in birlikteliği büyük bir başarı oldu ve dünyanın bu soğuk tarafından gelen arkadaşlarım ömür boyu unutamayacakları anılar edindiler. Benim açımdansa Sezgin'in tavsiyesini dinleyip sezonun son maçına gelmeye karar vermek büyük bi deneyimdi, karşılayacak param olmasa bile. Nasıl olduğunu bilirsiniz... bazen iyi bişeyden uzak durmanız mümkün değildir.

Sezgin ve Sedef'le sezonun son maçından önceki cumartesi buluştuk. Hediyeler alıp verdik (aldığından çok daha fazlasını verdi, ben genelde bu şekil takılırım), ve grubun meşhur kapşonlularından birini hediye olarak alacak kadar da şanslıydım. Bikaç bira içtik, biraz pro evolution soccer oynadık ve stadın yanındaki otoparka doğru ilerledik, otobüs buradan hareket edecekti. İyi bir gündü!

...ama yaklaşan gece ve ertesi günün klaslığının yanına bile yaklaşamazdı. Daha otoparkın orada bile, herkes beni karşıladıkça evimde hissettim. İngilizce bilip bilmemelerinin önemi yoktu, benimle ilgileniyorlardı. Haluk, Sedar, Hatice, Emin, herkes - otobüsü beklerken hepsi beni yanlarına çağırıp bira ikram edip sohbet ediyorlardı. Misafirperverliği kimse Vamos Bien gibi uygulayamaz, bunu bilir bunu söylerim.

Otobüse bindik ve işte gidiyoruz. Sezgin, Şükrü, Emre ve Evren arka koltuğu ele geçirdiler ve aynen Norveç'teki arka koltuk tayfası gibi davranmaya başladılar - grup elemanlarını ve yolcuları taciz eden şarkılar söylerken sert içkiler içmek! Çok sevecenler, bunu söylemeliyim. Votka, tekila... Kutu efeslerim yüzünden kendimi biraz kadınsı hissetmeme bile sebep oldular. "Tam bir gösterişli avrupalısın" dediler. Ama bütün bunlar ilk molamızda değişti. Otobüsteki herkes inip benzincinin tuvaletine giderken ben "gösterişli" imajımdan kurtulmaya karar verdim ve tuvaletin girişinin yan tarafına, dışarıya, işemeye karar verdim. Ben, "gösterişli" ha? Öyle bişey yok...

İçiş devam ediyor ve Ankara'yı geçmemiz çok sürmüyor. "Bu yolculuk hemen bitecek" diye sessizce düşünmeye dalmışken arkadaki tayfa son 20 yılın (kabaca bir tahmin, şarkıları biliyor olma ihtimalim yok) her türk pop hitini seslendirmeye devam ediyor. Benim zirve anım ise "Mor Menekşe"yi söylemeye başladığım an oluyor. Hesapta Türkçe bilmeyen bu herif de kim şimdi? Kafayı yemişin teki! Arka tayfa uykuya dalıyor ve "bu yolculuk hemen bitecek" düşüncesi en az üç sonsuzluk gibi bir yolculuğa dönüşüyor. Gereksizce uzun olduğum için bir otobüs koltuğunda uyuyamıyorum, yani sıçtım. Sedar'a ve Haluk'a dönüyorum bi süre ama ne kadar nazik olsalar da erken saatlerdeki parti hissi şimdi buralarda değil.

Sezgin ve tayfa uykuya daldıktan sonra onların derin bir komada olduklarını ve Sivas'a varana kadar kendilerine gelmeyeceklerini düşünüyorum. Dostum, yanılmışım... Otobüs duruyor ve birden hepsi dışarıya çıkıyor. "Morten, biraz çorba içicez" diyorlar. Bu da neydi şimdi?! Saat sabahın 6sı ve iki saat önce hepinizin kafası beton gibiydi. Çorba mı?! Yolculuğun geriye kalanının özeti bu şekilde. Her iki saatte bir otobüs duruyor ve hemen hemen bir öncekinin tamamen aynısı olan bir yere bi iki kase çorba ve tabi ki çay içmek koşturuyor bütün otobüs. Bu noktaya kadar kültürel farklar tamamen görünmezdi ama şimdi herşey tuhaflaştı.

Bu bi süre daha devam ediyor ve Sivas şehir sınırına ulaşıyoruz. Ve tabi ki burada bizi bi tabur polis bekliyor. Herkes otobüsten iniyor ve aramaya başlıyorlar. Otobüs tıka basa alkol doluydu ama polisler otobüste bi kaç dakika geçirip bizi yolladılar. Ne bulmayı umduklarını tanrı bilir ama kimin umurunda, Sivas'tayız ve yakında şampiyon olucaz!

"Kimse gruptan kopmasın" diyor Haluk Başkan eve dönmeden önce son kez otobüsten inerken. Onun lafı buralarda kanun gibi, ve bu Vamos kapşonlusu giyen 50 kişinin bütün gün Sivas sokaklarında dolaşmasıyla sonuç buluyor. Şehrin her yerine stickerlar yapıştırılıyor, kongre binası gibi tarihi yerleri görme fırsatı buluyorum ve kısa bi süre sonra yemek yiyebileceğimiz bi yer buluyoruz. Maç günü Sivas'ta 50 kişiye nasıl masa bulursun? Vamos Bien'e sor.

Sadece restoran bulmakla kalmadık, Sivas'ın belediye başkanıyla tanışma imkanı da bulduk. Merhaba demeye gelmiş nedense - sanırım bizim bu radikaller düşündüğümden daha sıkı bağlara sahip. Ve yemek için anlaştığımız fiyat süperdi. Çorba, sivas köftesi ve "içebildiğin kadar içecek" sadece 10 lira. Yemek miktarı çok fazlaydı. Norveç'te bu fiyata döner dürüm bulursan şanslısın, ve bunu abartmıyorum.

Maç zamanı! Stada doğru yürüyoruz, arada devasa bayrağı bana veriyorlar. Benim için çok gurur verici bi an, tabi ki. Ama Kanari-Fansen pankartını belime sarıp stada sokmayı başardığım an daha gurur vericiydi. Ama Şükrü'nün çitlere tırmanıp Vamos Bien pankartının yanına Kanari-Fansen pankartını astığı zaman duyduğu gururun yanına bile yaklaşamam. Buna Kanaryan Kardeşliği diyesim geliyor ama burada iğrenç bir yan anlam var, bilmem anlatabiliyor muyum. (anti'nin notu: Kan"aryan", aryan, saf kan kelimesinin iğrenç çağrışımından bahsediyor) Herneyse: Haydiiiii!

1-0! Santos. 1-1. Siktir. 2-1!!! Selçuk?! 3-1! KESİNLİKLE ŞİMDİ! Alex, bu arada. 3-2. Lanet olsun... 4-2! Yobo, bazen seni seviyorum! Kıyamet! Heryerde meşaleler, neler oluyor? Laylaylaylay ŞAMPİYON! Sonra Erman bi gol daha atıyor, 4-3. Haydaaaa, her şey tekrar cehenneme geri mi dönüyor? Mümkün değil. Son düdük çalıyor. Şampiyon Fener! İnanamıyorum, resmen inanamıyorum. Bir yıl önce oradaydım. Hayal kırıklığına tanık oldum ve onu hissettim, isyan deneyimini yaşadım. Biber gazı yedim ve dibe vurdum. Ve şimdi tekrar buradayım. Şampiyonuz. Şampiyonluk gerçekten geliyordu. EVET! Sahaya giriyoruz, dans ediyoruz, gülüyoruz, sarılıyoruz, resimler çekiliyoruz ve hayatımızın anını yaşıyoruz.

Eve dönüş pek de pürüzsüz olmuyor, şöför bile kesinlikle manyaktı ve bariz bi şekilde %100 ayık değildi. Ama bi yandan da, kim ayıktı ki? Son bi kaç saati benim bariz heyecanımdan dolayı Lillestrøm şarkıları söyleyerek geçiyoruz, ve her şeyin üstüne, Sezgin 1996 şampiyonluğunda onlarla olan bayrağı bana uzatıyor. "Bu artık senin" diyor ve şaka yapmadığı kesin. Ne diyeceğimi bilemiyorum, çok fazla gibi geliyor ama biliyorum ki o ve diğerleri bunu istiyor, bu yüzden ona iyi bakacağıma söz veriyorum ve güzelce katlıyorum. Şimdi o bayrak Åråsen stadında Kanari-Fansen'in merkezinde, ve bu sezon boyunca kilit maçlarda sahne alacak!

Büyüleyici yolculuğum bi kaç saat sonra son buluyor. Otelde belki ancak 30 dakika uyuyabiliyorum ve ihtiyacım olan duşu alıyorum. Yoğurtçu Parkı'nda buluşuyoruz ve şampiyonluk kutlamları için stada gidiyoruz. Daha fazla tebessüm, daha fazla sarılma, daha fazla meşale, daha fazla saha işgali - kısaca, daha fazla Fenerbahçe tutkusunun alameti farikası! Parka geri dönüş, bi kaç bira daha ve sabah erkenden uçağım olduğu için vedalaşmalar.

Bunu eve varışımdan üç hafta sonra yazdım ama zihnimde Kadıköy'ü asla terketmedim. Şampiyonlar Liginde görüşürüz!

Morten

4 Haziran 2011

Bir Beşiktaşlının Gözünden; Alex de Souza!


Futbol, üzerine yazılası bir çok konuyu içinde bulunduran, asıl başarıyı sadelik ile yakalıyabileceğin
ender şovlardan biridir. Bu şovu karanlık gökyüzünde aydınlığı temsil eden 'yıldız' sıfatı ile
taçlandırdığımız futbolcular yerine getirmektedir ya da getirmeye çalışmaktadır. Peki günümüz Türk
futbolunda asırları devirmiş futbol şirketlerinin her transfer ettiği futbolcu için 'yıldız' sıfatı kullanılması
hiç mi rahatsız etmiyor biz futbol severleri? Ulusal düzeyde olası rakiplerinin takımında istemediği
oyuncular bir başka takım için nasıl 'yıldız' sıfatı ile süslenebilir?

Benim futbol anlayışıma göre 'yıldız' sıfatı, bir çoğunun içinde en çok parlamayı başarabilenlere, farkını istikrarlı parlayışı ile gösteren önünü kapatan kısakançlık ve kibir bulutlarının arasından bile ben burdayım diyebilene yakışır. Şüphesiz aklıma gelen ,fikrimi destekleyen, gözlerim ile her bir adımını ve her bir bakışını takip ettiğim, futbolu bilmeyenlerin bile ismi söylendiğinde sadece oradan buradan duydukları ile portresini zihninde resmedebilceği kişi Alexsandro de Souza’dır.

Hangi takımın oyuncusu olduğu, hangi renkteki formayı terinin son damlasına kadar ıslattığı ya da sonuna kadar hak ettiği ücretinin, hangi şirket tarafından karşılandığı umrumda olmadan sevdim ben Alex’i. Saygı duyulası ciddiliği ile sahada olduğu herbir saniye biraz daha kamaştı gözümde. Umutsuzluğun yeri olmayan mücadele meydanlarında beynindeki her bir hamleyi cesurca sergiledi ayakları, umut verdi oynadığı takımın izinden giden binlerce insana. Mutlu etti kendini, eşini, sevenlerini. Hiç yarı yolda bırakmadı.Yıllarca hep alternatifleri düşünüldü, karşılaştırıldı... Emsalleri Arap ülkelerinde isimlerini bir yıllığına satarken, o tarihe altın harfler ile yazdırmaya devam etmeyi seçti.

İnsanların anlamadığı bir nokta var. Zirve ulaşılası birşeydir, tamam. Erişilebilirliği hırs verir, azim verir, kabul. Her yükseltinin en yüksek yeri en sivri olduğu noktadır ve onun üzerine ne koyarsanız koyun dengeleri bozulur. İşte 'Alex' orasıdır. Çok isterim ki o noktalarda seyir eden bir çok oyuncu kalite katsın ligimize. Malasef gerçek şudur ki Türkiye Futbol Ligleri Alex gibi bir oyuncu görmemiştir. Alex gibi bir kişilik barındırmamıştır!

Şimdi üzülüyorum gelecek nesiller için. Endüstriyel futbolun yeni yıldızları malasef onun gibi değil. Belki de oynadığı bölgenin en iyisi olarak anılacak yıllarca ama izlenemiyecek çıplak gözle... Şimdi üzülüyorum kendim için, 2004 yılından önce ne halt yiyordum ki bilmiyordum adını izlemiyordum zekice futbolunu.

Ne olursa olsun ben şanslı hissediyorum kendimi, egolarımı yıkıp gerçek bir futbolcuya hayranlık besliyorum. Gerçek bir kişiliğe saygı duyuyorum. İşte bu neden ile teşekkür ediyorum Fenerbahçe'ye, teşekkür ediyorum Alexsandro De Souza’ya...

Saygılarımla;
Göktuğ GÜRE

27 Mayıs 2011

Haber ve Bir Fırça..

28 Mayıs, saat şuan 03:29, Ahmet Giritli aradı..
Blog'u kontrol etmiş; takım şampiyon oldu, yazmışımdır birşeyler, belki bir makale, şiir, film replikleri, yok tabi, yazamadım.. Rakı içiyor şuan, yanına meze olsun okunacaklar diye düşünmüş.. 

Birşey göremedi haliyle..
Fırça yedim, kapattık telefonu..
Aşağıdaki şiiri gönderdi az önce, bir kaç cümle iliştirerek..


HABER
 
Onlardan haber geldi.
Oradan
onlardan.
Gömlekleri kirli değil
çatık değilmiş kaşları.
Yalnız biraz
uzamış tıraşları.
"Yandık!"
dememişler.
Dayanmışlar biliyorum.
"Dayandık!"
dememişler.
Gözleri gülerek
bakıyorlarmış adama.
Şakaklarında taze bir yara varmış ama,
çatık değilmiş kaşları.
Yalnız biraz
uzamış tıraşları....


Nazım Hikmet



Fazla söze ne hacet...
Bu şiirin kimler için ve ne zaman yazıldığının bilgisini yazana Nazım’ın bir şiir kitabı armağan edilecektir…
Bakalım kim ne kadar Nazım aşığı ve kim ne kadar Nazım takipçisidir...


Ahmet Giritli

23 Nisan 2011

Fenerbahçe'ye 'Kennet'lenmek..

Pbox'ın tüm hikayesi, Musa Anter'den Gökay Iravul'a


Futbola tutkun olduğumu söylemeliyim. Bu bir tür bağımlılık. Ama biri gelip bana hangi takımı desteklediğimi sorsa, daha çok oyunun kendisini, bütün tiyatroyu, maçları, ligleri, taraftarları, stadyumları ve oluşan atmosferi desteklediğimi söylerim; tüm bunlar oyunu daha cazip hale getiriyor. Her yıl canlı futbol izleyebilmek için birçok yeri dolaşıyorum, gerek Glasgow’da Old Firm’ü, gerek Şampiyonlar Ligi’nde pek önemli olmayan grup maçlarını, gerek Bundesliga 2’de Millerntor-Stadion’da bir St Pauli maçını, gerekse kirli hava ve yoğun yağış altında bir Belçika 3. lig maçını. Nerede iyi futbol varsa, ben de oradayım.

Yarım düzine kadar uluslararası iyi ve pek iyi olmayan takım takip ediyorum, ama herhangi bir takım için bağlanmış değilim; herhangi biriyle “biz” moduna girmiyorum. Artık değil. Stockholm’de yaşarken, yıllar boyu aktif bir Hammarby IF taraftarıydım, ama herşey 2001 yılında değişti. İlk olarak takım, bir Amerikan “eğlence şirketi” ne satıldı. Sonra ben Oslo’ya kalıcı olarak yerleştim, ve işler birden tersine döndü. Daha sonra Hammarby, görkemli yenilgilerle dolu 112 yılın ardından İsveç şampiyonu oldu ve takım ‘koftan’, başarı meraklısı taraftarları kendine çeker oldu, ve bunlar her zaman rüzgara karşı yürümüş eski cefakar taraftarları silip atmaya zorladı. Şimdi takımı tabii ki takip ediyorum, ama biraz uzaktan, her iki anlamda da.

Peki benim Fenerbahçe hikayem nedir? Öncelikle söylemeliyim ki Fenerbahçe ile ilgili herhangi bir yerel veya alışılmış bir ilişkim yok. Demek istediğim, takımla ilişkim herkes tarafından bilinen rastgele olaylara tabi (Bilirsiniz, bir çocuk 7. yaşgününde bir Stoke forması alır, diğeri mavi rengi sever ve Chelsea’ye tutulur, Norveç’te yaşayan bir diğer Türk çocuğu Bursaspor’u destelemek ister çünkü ailesi oradandır, ama babası onun Galatasaray’ı tutması için baskı yapar... vb). Ayrıca eklemem gerekir ki, Türk futboluyla ilgili merakım oldukça yeni. 90’ların ortasından önce, Türk futbolu hakkında hemen hiçbirşey bilmiyordum. Sanırım ilk farkındalığım, Türk futbolunun uluslararası bir patlama yaptığı zamandı. Milli takım başarılı olmaya başladı, ve Hakan Şükür birden şöhretlendi. Bundan önce, açıksözlülükle söylemek gerekirse, Fenerbahçe’yi Ferencvaros’dan ayıramazdım. Ve Beşiktaş mı? Portekiz takımıydı değil mi? Ya da Brezilya? Hehe.


Musa Anter
Nasıl bir Fenerbahçe taraftarı olduğumun hikayesi aslında bir dizi şans eseri rastlantıya bağlı. Hikayem eskiden yaşadığım Eskilstuna’dan başlıyor, Stockholm’e 1 saat uzaklıkta küçük bir kasaba. Aynı zamanda yerel pizzacı Anter Anter’i (Kürt şair ve aktivist Musa Anter’in en büyük oğlu) kapsıyor, ve tabii ki kasabanın futbol kahramanı Kennet Andersson’u, ve futbol oynamayı öğrendiği klüp IFK Eskilstuna’yı, ki bu klüp benim de çocukken futbol oynadığım klüptü.

Bildiğim hikaye, 1945 doğan ve belli bir dönem Kadıköy’de büyüyüp okuyan Anter Anter’in, ilk olarak Fenerbahçe’de genç takımında ve daha sonra 2. Lig’de Kasımpaşa forması altında profesyonel futbol oynadığı. 1969’da Türkiye’den İsveç’e yerleşmiş, ilk olarak Uppsala’ya, daha sonra da 1981’de Eskilstuna’ya. Burada, popüler bir pizza restoranı açıp aynı zamanda bir dönem teknik direktörlük yaptığı IFK Eskilstuna genç takımının bir parçası olmuş. Bu, 1982’de Kennet Andersson ile ilk kez tanışmasına vesile olan bağlantı. Daha sonra bu ikili iyi arkadaş olmuşlar. Kennet sadece uzun bir adam değil, aynı zamanda bir pizza canavarı... Ve, Anter Anter’in kendisine göre, yaptığı pizzalar Kuzey Avrupa’nın en iyileri!

Kennet, gittiği takımlarda giydiği ilk formayı Anter’e hediye edermiş. Bu formalar Anter’in restoranını süslüyor. Anter de yaptığı pizzalara Kennet’in oynadığı klüplerin adını koyuyor. Restoranında bir Mechelen, bir Bari, bir Bologna ve tabii ki... kariyerinin sonlarında bulunduğu bir Fenerbahçe sipariş edebilirsiniz. Eskilstuna’daki söylenti şudur ki, Anter Fenerbahçe’yle anlaşması için Kennet ile konuşan anahtar kişidir. Başlangıçta Kennet, Fenerbahçe’nin teklifini reddetmekte pek emindir, ama Anter fikrini değiştirmesini sağlar. Diğer bir söylenti de, Anter’in bütün bu olayın arkasındaki adam olduğu. Bunu onun kendisine sormak istedim ama, oğlundan öğrendiğime göre artık emekli olmuş ve 2011 Şubat’ta Kuzey Irak’a yerleşmiş.

Bu söylentiler ne kadar doğru bilinmez ama, Kennet Andersson’un Fenerbahçe’de oynamaya başlamasıyla birlikte, klübe olan ilgim yavaş yavaş oluşmaya başladı. Onu ve takımın sonuçlarını her haftasonu takip etmeye başladım, tıpkı Kennet Bologna ve Mechelen’de oynarken yaptığım gibi. Onun bir röportajını okuduğumda, bir nokta çok ilgimi çekmişti: sadece Fenerbahçe Klübü’nü değil, İstanbul’u da çok övüyordu; şehri, yaşadığı en ilginç yer olarak tanımlıyordu. Aynı zamanda klüpteki tecrübesinin ve şehrin onu insan olarak nasıl büyüttüğünü, ve hatta bunun futboluna olan etkiden daha fazla olduğunu söylüyordu. Bu onun profesyonel olarak son 2 yılıydı. İlk sezonu olan 2000-01’de Türkiye Şampiyonluğu’nu yaşamıştı.

Bugün, 10 yıl sonra, Fenerbahçe bir başka şampiyonluk için yarışırken, takıma olan ilgim, Vamos Bien sağolsun, yoğunlaştı. Futbolun yanı sıra, aynı zamanda politik aktivistliğe de bir ‘bağımlılığım’ var. Bu, hemen hemen futbol tutkum kadar eski. Aslında futbol ve aktivizmin karışımına daha çok bağımlıyım: futbol stadyumunda politik tezahüratlar yapmak, gösterilerde futbolvari tezahüratlar haykırmak; politik kültür ve tribün kültürünün karışımı. Partigiani Livornesi Scandinavia (İskandinav Livorno Partisanları)’nın bir üyesiyim. Fenerbahche hakkında, ilk defa PLS’nin websitesinden haberdar olmuştum. İki sene önce İstanbul’a gelme planı yaparken grubun isminin Vamos Bien olarak değiştiğini öğrendim – bunu da aslında İngilizce Wikipedia’nın Fenerbahçe başlığında görmüştüm.

Vamos Bien ile olan ilk temasım harikaydı. Forumda okuduğum çeşitli manifestolar ve görüşler ilham vericiydi. Çoğu sol ultras grubunun yaptığı gibi Daire İçinde A, yanına bir ACAB, ve muhtemelen tepeye de bir Che resmi yerleştirmekten öte, şimdi, bu alışılmış sembollerin ötesinde gerçekten ciddi birşeyler söyleyen bir grupla karşılaşmıştım. Ve yine, birçok ultras grup ırkçılık ve faşizmle mücadelede gerçekten iyi işler yapıyor, özellikle Livorno-Celtic-St Pauli ekseninde. Ama Vamos Bien, diğer sol grupların bazen hedefi kaçırdığı seksizm, homofobi ve milliyetçilik konusunda da görüşler sunuyordu. Aynı zamanda “Irkçı doğulmaz/Irkçı olunur” pankartı, “Kara Deryalarda Bir Fenersin” bağlantısı, Youtube’daki neşeli videolar hoşuma gitmişti, ve çoğu Vamos Bienli’nin orta yaşlı olması, tıpkı benim gibi, hehe.

Vamos Bien’in uluslararası aktivitelerde daha çok tanıtılmasını istiyorum, Mondiali Antirazzisti gibi. Geçen sene, içimizden birkaçımız oraya giderek küçük bir tanıtım yaptık, yani kapı artık açık. Birkaç senedir PLS-Klanen(Valeranga Oslo taraftar grubu)-Copenhagen ve Livorno’dan tayfayla oraya gitmek istemenin üzerine, orada olmak harikaydı. Eğer progresif işçi sınıfı sporuyla, genel anlamda ultras tribün kültürü ve politik aktivizimle -bira ve müziği de dahil edip- ilgileniyorsanız, gerçekten sıradışı bir deneyim. Kaçırılmaması gerek. Sadece İtalya’da.

Bu arada, yakında, 1 Mayıs’ta İstanbul’da olmayı dört gözle bekliyorum. Taksimde bir milyon insan ve Vamos Bien’le tıklım tıklım bir Şükrü Saraçoğlu Stadyumu... Tıpkı Mondiali Antirazzisti gibi, sol ultrasın cennetinde olmak gibi birşey. Anter Anter’i de 1 Mayıs’ta orada görmek isterdim, ama uzun yıllardır üzücü bir şekilde Türkiye’ye girmesine izin verilmiyor; ne arkadaşlarıyla görüşmesine, ne babasının mezarını görmesine, ne de en sevdiği futbol takımını izlemesine. Belki onunla başka güzel bir günde buluşuruz.

Toparlamak için, birkaç kelime de Fenerbahçe’yi Oslo’dan takip etmek üzerine: Maçları Ocean adında bir Türk futbol pub’ında izliyorum. Ocean’da yaklaşık 50 maç izledim, yani takımı artık iyi tanıyorum, hatta ufak Gökay Iravul’u bile! Pub Mustafa ve Mehmet isminde iki kardeş tarafından işletiliyor. Aileleri Karadenizli. Mustafa Trabzonspor’u tutuyor, Kadıköy geçmişi olan Mehmet ise Fenerbahçe’yi. Bu durum bu günlerde oldukça gerilmiş durumda...



Her maçı 5-20 kişi arası bir kalabalık olarak izliyoruz, genelde derbi ve final maçlarında kalabalık oluyor tabii ki. Oslo’daki Fener taraftarları oldukça muhafazakar, ve izlenimime göre hiçbiri İstanbul’dan değil. Oslo’da tanıdığım İstanbullu Türk solcular, Fenerbahçe’yi tutmuyor; daha çok diğer İstanbul takımlarını tutuyorlar. Fenerbahçe’yi aktivist arkadaşlarıma aşılamak için oldukça dil döktüm, özellikle Klanen’deki tayfaya. Çoğu, tanınan antifa-aktivistleri ve mükemmel bir futbol anlayışları var, ama bir Kennet ve Anter hikayeleri yok; yani Fenerbahçe üzerine bir ilgi oluşturmaları oldukça zor. Hayat çok çetin, kim Fenerbahçe’ye ‘Kennet’lenmenin karışık olmayan bir durum olduğunu söyledi ki?

Sevgiler,
Pbox

Bu arada, Anter Anter hakkında doldurdukları boşluklar için Partigiani Livornesi Scandinavia’dan Ekim Çağlar ile kardeşim Iya Karna’ya, ve çevirmenim Emin Karabal’a teşekkürler!

Bloguma Dokunma!

7 Şubat 2011

Galatasaray'ın 315 metrelik Pankartı

"106 senelik tarihi‚ kimsenin yanına bile yaklaşamadığı sayısız başarıları‚ müzesinde rakiplerinin iki katı kupası olan ilk ve teklerin takımı‚ var olduğundan beri Türk olmayan takımları en çok yenen Türk takımı‚ ülkesinin medarı iftiharı‚ UEFA ve Süper Kupa sahibi‚ dünyanın en büyük taraftar oluşumu Ultraslan´ın gururu‚ 1481´den beri kültürün simgesi‚ 1905´ten beri sporun beşiği‚ anlı şanlı Galatasaray"

Tebrik ederim; tribüne dair yapılan her işe saygı duyduğum gibi bu verilen emeğe de saygı duydum.. Lakin neden kolpa iş peşinde olursunuz hiç anlamam.. Pankart olarak yazılacak söz var, yazılmayacak söz var.. Örneğin "müzesinde rakiplerinin iki katı kupası olan" nedir? İstatistik bilgi verebilecek bir mercan var mı aranızda? Peki "dünyanın en büyük taraftar oluşumu Ultraslan" sözünün altını doldurabilecek bir babayiğit var mı oralarda?

Tamamen "yaptık" diyebilmek için yapışmış bir iş bu ve keşke bu emeğe yazık etmeyip daha dokunaklı bir iş çıkarsaydınız.. Kolpa, yalan, sahtekarlık gibi işlerin peşinde olmasaydınız mesela, ciddi anlamda yürekten tebrik ederdim..

Üç beş pankartı birleştirip "en uzun" sıfatına nail olmak neyi değiştirecek? Averajınızı eksilerden artıya mı taşıyacak mesela? Takımı ateşlemesi durumu? Sanmıyorum..

Demem o ki canlar, biraz delikanlılık cilde iyi gelir..













Müze, kupa, en büyük spor kulübü filan demek?
Sadece Fenerbahçe - Galatasaray arasında ki 'tüm' branş galibiyetlerinde skor elde eden oyuncularımızın baş harfini yazarsak kaç metrelik pankart olur? Tamam kabul ediyorum komik tabi ama en azından 'gerçek' olur, 'harbi' olur, 'uzun' olur en önemlisi 'kalın' olur, 'işlevli' olur filan.. TOKİ mi yaptırıyor bu pankartları size anlamıyorum ki..

Hadi bakalım şimdi boş işlerle uğraşmayı bırakın, magazin işlerle yormayın kafanızı da takımınızla ilgilenin..
Bakın ilgi bekliyor sizden takım..
Hadi abicim, hadi..

Geldiğimizde evde olun, işimiz var sizinle..




12 Ocak 2011

O Captain My Captain!



"Genelde maçlara nasıl hazırlandığını sorarlar bana.. İnanın ki bunu çok iyi bilmiyorum.. Şunu söyleyebilirim ki; hemen hemen her maç öncesi sakız eksik olmaz ağzından ve stresli görünür hep.. Santra yuvarlağının önünde eğildiğinde ise şakak damarları şişmiştir artık ve o an.. Evet işte o anda maçı bitirmiştir kafasında.. Başka herhangi birşeye konsantre olması imkansıza yakındır.. O sahanın yeşiline doğru bıraktığı uzun bakışları, birazdan çarpışacağı rakibine neler yapacağını planladığından dolayı istemdışı gelişir.. Maç başlamadan, maçı yaşar o.."

Bu yukarıdaki sözler, her Fenerbahçelinin ciğeri sızlamadan 'yenge' diye hitap edebildiği Coritiba kulüp başkanının kızı "Daiane de Souza'ya" aittir.. İkinci çocuğunu İstanbul'da dünyaya getirmeye karar vermiş ve Antonia isminde karar kılmışlar, fakat bizler Anadolu anlamına gelen "Anatolia" isminde hükmetmişiz mevzuya.. O kadar bizden ki bu insanlar, Alex hakkında futbolvari istatistiki bilgiler verip şu yukarıdaki cümleleri kırmak istemem.. Yoksa Daiane belki Edip Cansever'in hayali kadınlarındandır, kim bilir; "mesela çok sevdiğin bir deniz bile yanımda / o deniz ki aramızda hiç kımıldamadan / erkeğini iyi tanıyan bir kadın gibi yorgun"

Noel ve çeşitli özel günlerde çil yavrusu gibi dağılan yabancı sporcuların aksine, hemen hemen tüm bu munhasır gecelerde İstanbul'daki evlerinde olmayı tercih eden bu güzel insanlar, bu güzel kaptan, bu güzel anne ve bu güzel baba, uzatılan mikrofona "İstanbul'u ve Fenerbahçe'yi çok seviyoruz.. Henüz yönetim tarafından bir teklif gelmedi, sanırım düşünmüyorlar.. Fakat gitmek gibi bir planımız yok.. Ancak aksi bir durumda başka çaremiz de yok" gibi içimizi çizen 'çaresiz' açıklamalar yapmışlardır..

***

Alex, sene sonu şampiyonluğuna göre kalmasında karar verilecek bir oyuncu değildir..
Özeldir, farkına varıp yaşatmamız gerekir.. Çıplak gözle yaşayan efsane seyrediyoruz..
İki binli yıllarda başımıza gelmiş en güzel şeydir Alex..
Tut şu takımı ensesinden, yapman gerekeni yap!
Ondan sonra başımızı eğip susmak yerine, kaldırıp dil çıkartırız hep birlikte..

17 maç..
Herkes işini yapsın..
En fazla tribündekiler.. En fazla..
"Vira!" der, işimize bakarız biz de..

Ama olur da..
Ölü Ozanlar Derneği filmin en çarpıcı sahnesindeki gibi; okuldan ayrılan öğretmenleri Mr. Keating'in arkasından yaptıkları gibi hani.. Çıkarız tek tek masanın üstüne, yaşlı gözlerle bağırırız;

"o captain my captain!"

11 Ocak 2011

Kutup Yıldızı Çeşitlemeleri

I.
biliyor musunuz, aslında
her gece zamanda yolculuk yapıyorum ben
baktığımda kutup yıldızına.
hade siz de yapın bu yolculuğu bir gece
kaldırın başınızı gökyüzüne
ve kutup yıldızına bakın / yerini biliyorsanız  
                                                [ne yazık... eğer bilmiyorsanız]
gördüğünüz, 1.036 yıl öncesidir
onun ışıkları bize ancak
                                                [yanlış hesaplamadıysam eğer]
1.036 yılda gelir.

II.
hesabım doğruysa eğer
kutup yıldızı söndüğünde
1.036 yıl sonra farkedebileceğiz ancak
ayrıldığını aramızdan ve bu evrenden
ve şaşırarak,
“ aaaa... nereye gitti...” diye
şaşırarak bakacağız
ondan kalan koskoca boşluğa.

III.
ya yarın ölüverirsek...
aha!
göremeyeceğiz, o koskoca boşluğu...

ne çıkar...
giden gitmiştir zaten
kalanlara kalsın ışıltısı , öteki yıldızların.

IV.
sustuğu zaman kutup yıldızı
soğuyacak ellerin bilmem neden...
kutuplar soğuk diye mi yalnız kalacak, soğumuş yürekler
yoksa soğuduğu için mi yürekler, yalnız kalacak kutuplar
sana kalsın yanıtı
yanıtsızdır bildim bileli zaten
denizcilerin dostu kutup yıldızı .

8’ ocak’ 11
Ahmet Giritli

*Bir Ceviz Ağacı olamadım Gülhane Parkında. Olan ustam, olmuştu zaten ve ben epeyce gecikmiştim her açıdan. Ben de Kutup Yıldızı olmayı seçtim, Gülhane Parkının üstündeki gökkubbede, Ustamın hoşgörüsüne sığınarak ve haddim değilken...

10 Ocak 2011

Potansiyel Gergin Manyaklar..

Güzel insan ciğerim Neyzen Tevfik demiş ki vaktinde; "bizim millet çok gariptir / ibne dersin kızar da / s.kersin aldırmaz" diye.. Bu sosyolojik gariplikten yola çıkarak hep karşılaştığımız birşeydir "ne bakıyorsun lan" cümlesinden 30 kişilik mahalle kavgaları.. Sebepsizdir.. Trafikte yaşananlara girmiyorum bile.. Örneğin Deli Yürek dizisini seyrettikten sonra ortaokul öğrencileri babalarının ceketlerini sırtına takıp mahalle turu yapıyolardı zamanında, sonra ortalık toz duman..

Şimdi yurttaşım zaten 'potansiyel gergin' bildiğimiz gibi..
Etrafta bir dolu manyak var üstelik..
Çeşitli yollarla, çeşitli 'manyakları' muntazaman dürtmek neden?
Ne diye aklımızda olmayanı aklımıza sokuyoruz ki?

Şöyle ki efendim; ara dönem çalışmaları sırasında Trabzonspor başkanı Sadri Şener (ki kendisini genel olarak takdir ederim) bulunduğu otelin lobisinde şöyle bir konuşma içerisine girmiş taraftarla..

-başkanım bu sene şampiyon olalım, kaçırmayalım bu fırsatı..
-herşey oluda, olacağız.. merak etme..
-bana düşen bir görev var mı başkanım?
-ne gibi?
-ne gerekiyorsa yapmaya hazırım başkanım.. alex'i indir de, indireyim.. başka bir futbolcuyu da indireyim!?
-yok yok sen zahmet etme.. indirmeye gerek yok.. biz sahada puanları toplayarak gerekenleri yapıyoruz zaten.

Herhangi bir ülkedeki futbol kulübünün başkanı ile, taraftarının arasındaki konuşma.. Ve yine o ülkenin herhangi bir medya grubu, ilgili bu haberi "taraftar sevgisi" olarak lanse etmektedir.. Hiç kasmadan, zorlamadan 'manyak'lıkta son nokta olarak algılanabilir birşey bu..

Neresinden tutarsam kanlar içinde elimde kalacak bir konu bu..
Herkes tarafından takdir edilen Alex'in huzursuz olup performans problemi yaşama ihtimalini mi düşünelim..
Bu konuşmayı Aziz Yıldırım ile herhangi bir Fenerbahçe taraftarı yaşasaydı tepkiler ne olacaktı senaryosunu mu düşünelim..
Yoksa bu haberi 'başkan sevgisi' olarak yayınlayan medya mensuplarının mı alnından öpelim..
Ya da başkanlarının bu sözünü emir telakki edip uygulamaya dökmeye çalışacak birinden mi bahsedelim..

Her fırsatta 'erdem'den bahseden Sadri Başkan; bir kısım bordo mavili taraftarların aklındaki bu Deli Yürek dizisini seyredip, babalarının ceketlerini sırtına takıp, bileklerine tespih takarak sokaklarda dolaşıp birbirleriyle kavga eden yeni yetme düşüncesini kır, en azından uğraş, aradaki fark neyse ben öderim..

Ayrıca indirme/kaldırma mevzularına hevesli olan vatandaşa Niang'kini tavsiye ediyorum.. Sürekli ereksiyon halinde dolaştığını duyduk, indirmek artık sana düşer gençoğlan..

Hadi eyvallah..

9 Ocak 2011

Para mı? Evet, Para ve Bir Öğretmen!


Birgün bir delikanlı yaklaştı yanıma... “baba” dedi; “söyle bana... nedir ahvali hayatın”... “nedir bu paraya karşı öfke... neden bu kadar öfkelisin paraya..

Yerli Malı Haftalarını bilir misiniz... ben bilirim.

1968-1969 yılları. Yerli Mal Haftaları’nın(*) en coşkulu kutlandığı yıllar. İlkokul bir ya da ikinci sınıf öğrencisiyim. Ama inanın, ne Yerli Mal Hafta’larının suçu var bu işte ne de babamın. Suç kimde siz karar verin.

Şimdi bile hatırlamam, o zamanlar hangi tarihte kutlanırı o hafta. Ama hatırladığım şu ki “yumruğu
toros kayas
ı”, memur maaşlı ve maaşından başka şanı olmayan, babaların babası babam, bize Yerli Malı Haftaları’nda 'gazete kağıdından' yapılmış külahlara “Çorum” leblebisi, “Karadeniz” fındığı , ”Antep” fıstığı, “Trakya” ayçekirdeği doldururdu.

Peki biz bundan hoşnut olur muyduk... Biz diyorsam, ablam ve ben.
Asla... asla memnun olmaz ve itiraz ederdik.
Neden mi.
Basit.

Anlatayım. Yerli Malı Haftası denen günün başlangıcı ya da ortasında sınıflardaki manzara şu
olurdu... Pazarlarda asla satılmayan, sadece manavlarda satılan  -o zamanlar sadece zenginlerin, ama şimdi bir çok kişinin alışveriş ettiği manavlardan- portakal ve muzların satın alındığı sofralar kurulurdu ilkokul öğrencilerinin sınıflarında.

Şimdilerde bu yazıyı okuyan genç arkadaşlarımın, bu muz ve portakalı düşleyemeyeceğini biliyorum. Çünkü artık bunun dışında bir biçim var. Örneğin şimdi muz ya da o 'kocaman' portakalları almak için 'çok para' gerekmiyor, nüfusun büyük bölümü için. O zaman, şöyle bir not koyalım... 1960’lı yıllarda muz ya da “washington” -tercihen vaşington- portakal alabilmek için 'zengin' olmak gerekirdi.

Bugün için şaşırtıcı olsa da o günlerde böyleydi.
Manzaraya devam.
O zamanların sevgili öğretmenleri, “Yerli Malı Haftası” sanki sadece bu muzlardan ya da vaşington portakallarından ibaretmiş gibi o meyvaları süslü masalara dizer, onlar getiren öğrenci ve velilerle birlikte o masaların başına dizilirler, aslında şimdilerde çok anlamlı olduğunu daha fazla anladığım günleri, “Yerli Malı
kullanmayı
” özendirmesi gereken günleri, böyle bir tavırla ziyan ederlerdi.

Elbet, bizim gazete kağıtlarından külahlarımızın içindeki 'Çorum' leblebileri hiç açılmazdı.

Akşam olurdu ve eve dönerdik. Tahmin edersiniz... o aşağılanmış, gazete kağıdına sarılmakla, çocuk gözümde daha da değersiz görünen leblebi, fındık ve ayçekirdeklerini, hiç açamamış olmanın hüznünü aşağılanmışlıklarıma ekleyerek geri getirirdim eve... ve ben babama... ve “o koca adama” gazete kağıdından yapılmış külahları göstererek serzenişte bulunduğumda, canım babam bana şu gerekçeyi sunardı, ben çocuk aklımla kabul etmesem de... “oğlum... eğer yerli malıysa, yerli malı bunlar... onlar yerli malı değil ki...”

Ben anlar mıyım sanırsınız... elbet o çocuk yaşta anlamam... babamı suçlardım. Çünkü ben 'öteki'ydim, muzlar ve vaşington portakallar arasında.

Şimdi anlıyorum. O zamanlar haklı olan babamdı...
Ama hala ben de bir konuda haklıyım.

Haklı olan babamın, çaresiz açıklamalarını ancak şimdi anladığım için, parayı hiç sevmiyorum... hala sevmiyorum.... sevmeyeceğim.

Peki ne yapmalıyım şimdi, bir öğretmen olarak...
Biliyorum...

Kendini 'öteki' gibi hissettirmemeliyim öğrencilerimi... hem de hiçbir noktada...


Ahmet Giritli


(*) Yerli Malı Haftası, 12-18 Aralık tarihleri arasında Türkiye'de tüm okullarda kutlanan özel haftadır. Resmi ismiyle “Tutum, Yatırım ve Türk Malları Haftası” olarak kutlanmaktadır. Hedefi, yerli (**) tüketiminin artmasıdır. Bu hafta süresince tutumlu olmanın, yatırım yapmanın ve yerli malı kullanmanın önemi anlatılır. İnsanların parasını , malın eşyaların , zamanın ve sağlığın gerektirdiği gibi korumak ve kullanmasına tutumlu olmak denir. Okullarda yapılan etkinliklerle tüm gençleri yerli malına teşvik eder II. Dünya Savaşı sonrası oluşan ekonomik darboğazın ardından yabancı ülkelere para akışının önünün kesilmesi ve toplumsal tutum bilincinin oluşmaı amaçlanmıştır. 1946 yılından itibaren Yerli Malı Haftası olarak kutlanmaktadır. 1983 yılında adı Tutum, yatırım ve Türk malları haftası olarak değiştirilmiştir.

Türkiye, Cumhuriyet döneminde yeni savaştan çıkmış bir ülke idi. Ellerinde bir şeyleri kalmayan halk yoksulluk içerisinde yaşıyordu. Atatürk, 1923 yılında korunması, yerli mallar üretilmesi ve kullanılmasını kararlaştırıldı . Dönemin başbakanı İsmet İnönü 12 Aralık 1929 tarihinde T.B.M.M.’de bir konuşma yaptı. Konuşmasında ulusal ekonomi, yerli maı ve tutumlu olma konularını anlattı.
Okullarda 12 – 18 Aralık tarihleri arasında kutlanan bu haftada tutum, yatırım ve Türk malları hakkında bilgi verilir, şiirler okunur, konuşmalar yapılır, skeçler ve oyunlar oynanır.
[kaynak vikipedia.org]

8 Ocak 2011

Mesut Özil’e Mektup ya da “si amigos!”

1960’larda acı vatan Alamanya’ya göç ederken DÇM “Dövize
Çevrilebilir Mevduat” olarak görülen ve sadece “yurda” döviz
gönderip, geri bırakılmış bir ülkenin döviz deposu olarak görülen
bir neslin, terkedilmiş vatan toprağı evlatlarının, canım Anadolu
insanının kaderini acımasız bir iktisadi araç olarak gördükten
sonra, 2. 3. kuşaktan çocuklarının bu kez MTKGÇ -Milli Takıma
Kazandırılması Gereken Çocukları- olarak görülüp
bir tercih nedeniyle
ıslaklanmasına gönlü elvermeyen bir dinozorun serzenişidir...


susar bir gece güneş...
zamanlardan,
karanlık bir zaman.
susar,
futbol denen bir oynuna öfkelenerek
ve
-kesinlikle- acı acı susar...

“ay doğar, bedir bedir” (*)
acı vatan alamanya'nın
unutulan bir yeniyetmesinde...

kim koşuşturacak güneşi bir daha
kırk yıl sonra
yeniyetmeler ve babalar adına

ve doğuşundan utanmaması için

kim hüzünlenecek ayın “bedir bedir” doğuşuna...

yalansa, yalan -deyin-
biz süpürmedik mi o acı vatan caddelerini...
kıvranırken vatan 1970 - 80’lerde
DÇM’lerin banka hesabına...
söyleyin
kim vardı mesut’un babasının süpürgesinde
süpürürken acı vatan caddelerini

bugün ıslıklayanların geçmişinden?
söyleyeyim...
hiç kimse!
ama
rüya bir bahar gelince bir gün

barnebau’nun yeşil çimlerinde
bulundu suçlu
milli takım tercihlerinde...

alamanya acı vatan evet...
ama

bir topun peşinden ağlamaksa vatan

ağlamanın sebebi ilan edilmek de
ıslıklanmak da yalan.
si amigos
ya-lan!
 

(*) Ruhi Su; “Almanya Acı Vatan”
Ahmet Giritli
12’ 10’ 2010

3 Ocak 2011

4. Koğuşta Yatan Mahkumu Tanıyorum!


Yılmaz Özdil'in 3 Ocak tarihli yazısı, az önce okuyabildim.. Sizlerde okuyun..
Ben tanıyorum 4. Koğuşta yatmış olan Fenerbahçeliyi..


**Cemil!**

2 Ocak 2011

Büyük Ada'nın Delikanlısı!


Gitmeden önce tablo, poster benzeri birşeyler yaptıralım dedik.. Kararlaştırdığımız gün içerisinde izinli olduğum için bana düştü hastane odasına asmak için yapılacak hediye tablo işi.. Ortak bir kararla Büyük Ada ziyaretine gittiğimizde açılan O'na istinaden açılan bir pankart ve o pankartı tutan güzel insanlar topluluğunun bir fotoğrafı.. Zaman bol olduğu için tembelliğe vurdum işi, haftaiçi bir gün olduğundan insanlar işten çıkıp gelecekler tabi.. Ben de buluşmadan 2 saat önce çıksam yeter diye düşündüm.. Kadıköy Yazıcıoğlu'nda büyük bir Ozalit'e uğradım önce, tıpkı banka gibi işliyor.. Vize dönemi herhalde, çözemedim tam mevzuyu, içersi öğrenci kaynıyor.. Banka dememin sebebi sıra numarası filan alıyorsun, bekledikten sonra senin numaran yanarsa -ki ne kadar sürer bilinmez- işini halledip paşa paşa gidiyorsun.. Halbuki benim damardan muhabbete girecek bir adama ihtiyacım var, onlar beni makineye yönlendirdiler.. Olmaz öyle.. Sıra numarası aldım yine de, ne olur ne olmaz hesabı.. Çıktım dışarı sigara içmeye..

Ateş isteyen elemana sordum, var mıdır buralarda yakın bir ozalit diye.. Hemen paralel sokakta olduğunu söyledi, hafiften indim ben de o paralele doğru.. Aynı ayarda bir dükkan, fakat az önceki kadar yoğun değil.. Buyrun diyen adama istem dışı elimi uzattım ki ilk selamlaşmadan sonra o damardan muhabbete gireyim istedim.. Önce meramımı teknik olmayan bir dille "usta bir fotoğraf var, onu çıkartıp çerçeveye koymamız gerek, burada halledebilir miyiz" diye sordum, "tabi yaparız" gibi kestirip atan bir cevap aldım haliyle.. Biri boynumda, diğeri elimde olan iki atkı dikkatini çekti konuştuğum personelin, "hangi takımlısın" diye sordum ki bu benim planladığım sohbetin bir parçası, az önceki dükkanda yapamazdım, makine cevap veremezdi galiba.. Fenerbahçe der demez "hocam bak, Vamos Bien'i bilir misin" diye sordum ikinci cümleyi planlayamadan, 'bilmez miyim, biliyorum abi' dedi de rahatladım.. "Hehh işte, Vamos'tan bir kaç arkadaşımla usta Lefter'i ziyarete gideceğiz şimdi, senden çıkartmanı istediğim o fotoğraf onunla alakalı, göreceksin zaten.. Nasıl bir çerçeve yaparız şimdi, bir göstersene.. Hastane odasında kalacak, bak senin yaptığın iş sonuçta, sana da güzel anı olur" diyerek inceden akmaya devam ediyorum.. "O zaman güzel birşey yapmak gerek kardeşim, bi dakka" dedi ve uzaklaştı, sanırım dükkan sahibinin yanına gitti.. Duvarda arkadan ışıklandırılmış, kalın kağıtlı ama tablo gibi duran, çerçevesiz ama oldukça pahalı gibi duran bir örneği göstereren "bundan yapalım mı" dedi, ben de coşmuştum artık, "yapalım" dedim, onlar fiyat konuşurken darlandım, bir sigara molası daha.. 90-100 liraya kadar patlar diye düşünürken hesap makinesinde 68 rakamını gördüm, dükkan sahibi kendi kendine konuşarak ordan kesti burdan kesti, son rakamı görmedim ama şunu duydum "hiç almasak çocuğa ayıp olur" dedi fısıldayarak ve bana dönerek kararlı bir ses tonuyla "15 lira delikanlı" dedi "ama babanın ellerinden öpün bizler içinde!" diye bitirerek.. 

Müthiş gurur duydum adamla, 'güzel Fenerbahçeli' sıfatına erişmiş.. Aldığı 15 liranın nereye gittiğini de sonradan anladık yanıma gelen Sezgin'le; çerçevesini (kasnak) bize hemen teslim edebilmek için başka bir yere yaptırdı ve muhtemelen onun maliyeti.. O kadar güzel bir adamdı.. Son derece mahçup ve gururlu bir şekilde içten teşekkürlerimizi sunup ayrıldık.. Elimizde koca poşetle metrobüse bindik, toplandık hastanenin önünde..

8 kişi kadardık ve Lefter'in torunu arkadaşımız Özlem'in bizi karşılamasıyla içeri girdik.. Tabi asansörden çıkmadan önce ciğerim Kerim'in "kurumsallığın gözünü seveyim, otel gibi hastene lan" gibi bir cümlesi kıkırdamamıza sebep oldu.. Yukarı çıkarken durumun pek farkında değildik, ya da hissettirmiyorduk ama, titremeye başlamıştık artık.. Çocuk gibiydik hepimiz, odaya girmeden "hastanedeyiz, sessiz olalım, gözgöze gelirsek güleriz, aman ha" gibi uyarılarla kata ulaştık nihayet ve indik asansörden.. İndiğimiz anda sanki başka bir dünyadaymışız gibi, odaya vardık, Lefter'in güzel yüzlü eşinin elini öptük, yorgunluk vardı gözlerinde.. Kızı ve torunu Özlem.. Üçü de yanıbaşındaydı babamızın.. Önce biraz onlarla sohbet ettik, ama aklımız içerde.. Camın arkasından görüyoruz, e farkındayız herkes orayı kesiyor gözucuyla.. Baba televizyon izliyor, galiba haberler vardı.. Sonra Özlem içeri girip "dede arkadaşlar seni görmeye geldiler, hani Ada'ya da geliyorlar ya hep" diye kısa bir hatırlatmadan sonra "gelsinler tabi" diyerek desturu verdi ve girdik içeri.. O halsizlikle bile hafiften doğrulmaya çalışması bile çizdi içimizi.. Elinden öptük.. Çöktük hemen yanıbaşına, bir güzel süzdü bizi.. Kerim çok uzun boylu olduğu için "maşallah hepiniz cıva gibi delikanlısınız" dedi ve "sağlam durun çocuklar, yenilmeyin tamam mı" dedi, sonra televizyonda Fb Tv açık olduğunu farkederek, U17 maçındaki kahpeliğe üzüldüğünü farzettik.. Haberleri dinlemiş belli ki baba.. Ve bizlere diyordu ki "sağlığınıza dikkat edin, hiç yenilmeyin, hep dik durun" ağzımız açık dinliyorduk, keşke onu yormak gibi bir kaygımız olmasa da sabaha kadar dinlesek..

Haluk abi güzel bir cümleyle "baba iyi görünüyorsun, Ada'ya geçtiğinde oraya geliriz" dedi, zaten hemen başucunda Büyük Ada'nın fotoğrafı vardı.. Reşit abi ise "Ada'ya geldiğimizde balıkları bu sefer biz yaparız baba" dedi, güldü biraz, tebessüm etti.. Evren, Lefter'in elini öperken kendi babasının balıkçı teknesinden bahsetti kısaca, "Şevket'in oğluyum ben" dedi, Lefter ise "sen oğlu musun onun, ben çok severim Şevket'i, çok selamımı söyle olur mu" dedi, hepimiz derin bir nefes aldık içimiz titrerken..

Sonra biraz daha durduk, yüzüne baktık uzun uzun.. Çok yormak istemediğimizden ayrılalım, çıkalım dedik.. Ada'da görüşeceğimize dair sözleştik, eşine kızına ve torunu Özlem'e teşekkürlerimizi sunarak ayrıldık..

Gözgöze gelemiyorduk hala.. O başka dünyadan çıkmış garip mahluklar gibiydik.. Asansörde benim yanlış tuşa basmamla yine eski havamızı yakaladık tabi.. Zemindir diye düşünerek Z harfine bastım ve eksi bilmemkaçıncı kata inmişiz, meğerse Lobi'nin "L"sine basılacakmış.. Tam inecekken Kerim'in "bak burası işte, ışıl ışıl görmüyor musun, sermaye burda dönüyor abi, bildiğin lobi işte" demesi kendimize getirdi bizi..

Sonra..
Sonrası iyilik sağlık..
Lefter iyi, merak etmeyin.. Gerçekten iyi, laf olsun diye yazmıyorum..
Biraz sinirliymiş, haftaya taburcu edilmesi planlanıyor, Ada'ya geçecek çıktığında ve eminim ki Ada'ya gittiğinde zıpkın gibi ayakta olacak.. Sinirli dedim, bazen serumlardan sıkılabiliyor haliyle, fakat sarı-lacivert bilekliği hep sol bileğinde..

Hikayenin başında bahsettiğim biri boynumda, diğeri elimde olan atkıların ikisi de Lefter'deydi bir ara.. Birini boynuna takmak istedi, diğerini koltuğunun başına koyduk.. Üzerinde kendi resmi olan Lefter atkısı onda kaldı kendi isteğiyle, üzerine "tribünler bağırdı binlerce kere / ver Leftere, yaz deftere / bitti kalem, doldu defter / bu alemde kral Lefter" yazıyordu.. "Kara Deryalarda Bir Fenersin" yazan Vamos Bien atkısını ise eliyle geri verdi.. Duracaktı kalbim..

Buraya kadar okudunuz, sağolun dostlar, ince detaylarla belki sıkmış olabilirim.. Unutmayın öğütlerini! "Dik durun, yenilmeyin, sağlam olun gençler" diyordu, çıkmasın aklınızdan..
Fakat herşeyden öte tek cümle benim için çok şeye bedel;

Lefter'in elini öptüm, tamam ama, ben babanın sol ayağına dokundum!