12 Ocak 2011

O Captain My Captain!



"Genelde maçlara nasıl hazırlandığını sorarlar bana.. İnanın ki bunu çok iyi bilmiyorum.. Şunu söyleyebilirim ki; hemen hemen her maç öncesi sakız eksik olmaz ağzından ve stresli görünür hep.. Santra yuvarlağının önünde eğildiğinde ise şakak damarları şişmiştir artık ve o an.. Evet işte o anda maçı bitirmiştir kafasında.. Başka herhangi birşeye konsantre olması imkansıza yakındır.. O sahanın yeşiline doğru bıraktığı uzun bakışları, birazdan çarpışacağı rakibine neler yapacağını planladığından dolayı istemdışı gelişir.. Maç başlamadan, maçı yaşar o.."

Bu yukarıdaki sözler, her Fenerbahçelinin ciğeri sızlamadan 'yenge' diye hitap edebildiği Coritiba kulüp başkanının kızı "Daiane de Souza'ya" aittir.. İkinci çocuğunu İstanbul'da dünyaya getirmeye karar vermiş ve Antonia isminde karar kılmışlar, fakat bizler Anadolu anlamına gelen "Anatolia" isminde hükmetmişiz mevzuya.. O kadar bizden ki bu insanlar, Alex hakkında futbolvari istatistiki bilgiler verip şu yukarıdaki cümleleri kırmak istemem.. Yoksa Daiane belki Edip Cansever'in hayali kadınlarındandır, kim bilir; "mesela çok sevdiğin bir deniz bile yanımda / o deniz ki aramızda hiç kımıldamadan / erkeğini iyi tanıyan bir kadın gibi yorgun"

Noel ve çeşitli özel günlerde çil yavrusu gibi dağılan yabancı sporcuların aksine, hemen hemen tüm bu munhasır gecelerde İstanbul'daki evlerinde olmayı tercih eden bu güzel insanlar, bu güzel kaptan, bu güzel anne ve bu güzel baba, uzatılan mikrofona "İstanbul'u ve Fenerbahçe'yi çok seviyoruz.. Henüz yönetim tarafından bir teklif gelmedi, sanırım düşünmüyorlar.. Fakat gitmek gibi bir planımız yok.. Ancak aksi bir durumda başka çaremiz de yok" gibi içimizi çizen 'çaresiz' açıklamalar yapmışlardır..

***

Alex, sene sonu şampiyonluğuna göre kalmasında karar verilecek bir oyuncu değildir..
Özeldir, farkına varıp yaşatmamız gerekir.. Çıplak gözle yaşayan efsane seyrediyoruz..
İki binli yıllarda başımıza gelmiş en güzel şeydir Alex..
Tut şu takımı ensesinden, yapman gerekeni yap!
Ondan sonra başımızı eğip susmak yerine, kaldırıp dil çıkartırız hep birlikte..

17 maç..
Herkes işini yapsın..
En fazla tribündekiler.. En fazla..
"Vira!" der, işimize bakarız biz de..

Ama olur da..
Ölü Ozanlar Derneği filmin en çarpıcı sahnesindeki gibi; okuldan ayrılan öğretmenleri Mr. Keating'in arkasından yaptıkları gibi hani.. Çıkarız tek tek masanın üstüne, yaşlı gözlerle bağırırız;

"o captain my captain!"

11 Ocak 2011

Kutup Yıldızı Çeşitlemeleri

I.
biliyor musunuz, aslında
her gece zamanda yolculuk yapıyorum ben
baktığımda kutup yıldızına.
hade siz de yapın bu yolculuğu bir gece
kaldırın başınızı gökyüzüne
ve kutup yıldızına bakın / yerini biliyorsanız  
                                                [ne yazık... eğer bilmiyorsanız]
gördüğünüz, 1.036 yıl öncesidir
onun ışıkları bize ancak
                                                [yanlış hesaplamadıysam eğer]
1.036 yılda gelir.

II.
hesabım doğruysa eğer
kutup yıldızı söndüğünde
1.036 yıl sonra farkedebileceğiz ancak
ayrıldığını aramızdan ve bu evrenden
ve şaşırarak,
“ aaaa... nereye gitti...” diye
şaşırarak bakacağız
ondan kalan koskoca boşluğa.

III.
ya yarın ölüverirsek...
aha!
göremeyeceğiz, o koskoca boşluğu...

ne çıkar...
giden gitmiştir zaten
kalanlara kalsın ışıltısı , öteki yıldızların.

IV.
sustuğu zaman kutup yıldızı
soğuyacak ellerin bilmem neden...
kutuplar soğuk diye mi yalnız kalacak, soğumuş yürekler
yoksa soğuduğu için mi yürekler, yalnız kalacak kutuplar
sana kalsın yanıtı
yanıtsızdır bildim bileli zaten
denizcilerin dostu kutup yıldızı .

8’ ocak’ 11
Ahmet Giritli

*Bir Ceviz Ağacı olamadım Gülhane Parkında. Olan ustam, olmuştu zaten ve ben epeyce gecikmiştim her açıdan. Ben de Kutup Yıldızı olmayı seçtim, Gülhane Parkının üstündeki gökkubbede, Ustamın hoşgörüsüne sığınarak ve haddim değilken...

10 Ocak 2011

Potansiyel Gergin Manyaklar..

Güzel insan ciğerim Neyzen Tevfik demiş ki vaktinde; "bizim millet çok gariptir / ibne dersin kızar da / s.kersin aldırmaz" diye.. Bu sosyolojik gariplikten yola çıkarak hep karşılaştığımız birşeydir "ne bakıyorsun lan" cümlesinden 30 kişilik mahalle kavgaları.. Sebepsizdir.. Trafikte yaşananlara girmiyorum bile.. Örneğin Deli Yürek dizisini seyrettikten sonra ortaokul öğrencileri babalarının ceketlerini sırtına takıp mahalle turu yapıyolardı zamanında, sonra ortalık toz duman..

Şimdi yurttaşım zaten 'potansiyel gergin' bildiğimiz gibi..
Etrafta bir dolu manyak var üstelik..
Çeşitli yollarla, çeşitli 'manyakları' muntazaman dürtmek neden?
Ne diye aklımızda olmayanı aklımıza sokuyoruz ki?

Şöyle ki efendim; ara dönem çalışmaları sırasında Trabzonspor başkanı Sadri Şener (ki kendisini genel olarak takdir ederim) bulunduğu otelin lobisinde şöyle bir konuşma içerisine girmiş taraftarla..

-başkanım bu sene şampiyon olalım, kaçırmayalım bu fırsatı..
-herşey oluda, olacağız.. merak etme..
-bana düşen bir görev var mı başkanım?
-ne gibi?
-ne gerekiyorsa yapmaya hazırım başkanım.. alex'i indir de, indireyim.. başka bir futbolcuyu da indireyim!?
-yok yok sen zahmet etme.. indirmeye gerek yok.. biz sahada puanları toplayarak gerekenleri yapıyoruz zaten.

Herhangi bir ülkedeki futbol kulübünün başkanı ile, taraftarının arasındaki konuşma.. Ve yine o ülkenin herhangi bir medya grubu, ilgili bu haberi "taraftar sevgisi" olarak lanse etmektedir.. Hiç kasmadan, zorlamadan 'manyak'lıkta son nokta olarak algılanabilir birşey bu..

Neresinden tutarsam kanlar içinde elimde kalacak bir konu bu..
Herkes tarafından takdir edilen Alex'in huzursuz olup performans problemi yaşama ihtimalini mi düşünelim..
Bu konuşmayı Aziz Yıldırım ile herhangi bir Fenerbahçe taraftarı yaşasaydı tepkiler ne olacaktı senaryosunu mu düşünelim..
Yoksa bu haberi 'başkan sevgisi' olarak yayınlayan medya mensuplarının mı alnından öpelim..
Ya da başkanlarının bu sözünü emir telakki edip uygulamaya dökmeye çalışacak birinden mi bahsedelim..

Her fırsatta 'erdem'den bahseden Sadri Başkan; bir kısım bordo mavili taraftarların aklındaki bu Deli Yürek dizisini seyredip, babalarının ceketlerini sırtına takıp, bileklerine tespih takarak sokaklarda dolaşıp birbirleriyle kavga eden yeni yetme düşüncesini kır, en azından uğraş, aradaki fark neyse ben öderim..

Ayrıca indirme/kaldırma mevzularına hevesli olan vatandaşa Niang'kini tavsiye ediyorum.. Sürekli ereksiyon halinde dolaştığını duyduk, indirmek artık sana düşer gençoğlan..

Hadi eyvallah..

9 Ocak 2011

Para mı? Evet, Para ve Bir Öğretmen!


Birgün bir delikanlı yaklaştı yanıma... “baba” dedi; “söyle bana... nedir ahvali hayatın”... “nedir bu paraya karşı öfke... neden bu kadar öfkelisin paraya..

Yerli Malı Haftalarını bilir misiniz... ben bilirim.

1968-1969 yılları. Yerli Mal Haftaları’nın(*) en coşkulu kutlandığı yıllar. İlkokul bir ya da ikinci sınıf öğrencisiyim. Ama inanın, ne Yerli Mal Hafta’larının suçu var bu işte ne de babamın. Suç kimde siz karar verin.

Şimdi bile hatırlamam, o zamanlar hangi tarihte kutlanırı o hafta. Ama hatırladığım şu ki “yumruğu
toros kayas
ı”, memur maaşlı ve maaşından başka şanı olmayan, babaların babası babam, bize Yerli Malı Haftaları’nda 'gazete kağıdından' yapılmış külahlara “Çorum” leblebisi, “Karadeniz” fındığı , ”Antep” fıstığı, “Trakya” ayçekirdeği doldururdu.

Peki biz bundan hoşnut olur muyduk... Biz diyorsam, ablam ve ben.
Asla... asla memnun olmaz ve itiraz ederdik.
Neden mi.
Basit.

Anlatayım. Yerli Malı Haftası denen günün başlangıcı ya da ortasında sınıflardaki manzara şu
olurdu... Pazarlarda asla satılmayan, sadece manavlarda satılan  -o zamanlar sadece zenginlerin, ama şimdi bir çok kişinin alışveriş ettiği manavlardan- portakal ve muzların satın alındığı sofralar kurulurdu ilkokul öğrencilerinin sınıflarında.

Şimdilerde bu yazıyı okuyan genç arkadaşlarımın, bu muz ve portakalı düşleyemeyeceğini biliyorum. Çünkü artık bunun dışında bir biçim var. Örneğin şimdi muz ya da o 'kocaman' portakalları almak için 'çok para' gerekmiyor, nüfusun büyük bölümü için. O zaman, şöyle bir not koyalım... 1960’lı yıllarda muz ya da “washington” -tercihen vaşington- portakal alabilmek için 'zengin' olmak gerekirdi.

Bugün için şaşırtıcı olsa da o günlerde böyleydi.
Manzaraya devam.
O zamanların sevgili öğretmenleri, “Yerli Malı Haftası” sanki sadece bu muzlardan ya da vaşington portakallarından ibaretmiş gibi o meyvaları süslü masalara dizer, onlar getiren öğrenci ve velilerle birlikte o masaların başına dizilirler, aslında şimdilerde çok anlamlı olduğunu daha fazla anladığım günleri, “Yerli Malı
kullanmayı
” özendirmesi gereken günleri, böyle bir tavırla ziyan ederlerdi.

Elbet, bizim gazete kağıtlarından külahlarımızın içindeki 'Çorum' leblebileri hiç açılmazdı.

Akşam olurdu ve eve dönerdik. Tahmin edersiniz... o aşağılanmış, gazete kağıdına sarılmakla, çocuk gözümde daha da değersiz görünen leblebi, fındık ve ayçekirdeklerini, hiç açamamış olmanın hüznünü aşağılanmışlıklarıma ekleyerek geri getirirdim eve... ve ben babama... ve “o koca adama” gazete kağıdından yapılmış külahları göstererek serzenişte bulunduğumda, canım babam bana şu gerekçeyi sunardı, ben çocuk aklımla kabul etmesem de... “oğlum... eğer yerli malıysa, yerli malı bunlar... onlar yerli malı değil ki...”

Ben anlar mıyım sanırsınız... elbet o çocuk yaşta anlamam... babamı suçlardım. Çünkü ben 'öteki'ydim, muzlar ve vaşington portakallar arasında.

Şimdi anlıyorum. O zamanlar haklı olan babamdı...
Ama hala ben de bir konuda haklıyım.

Haklı olan babamın, çaresiz açıklamalarını ancak şimdi anladığım için, parayı hiç sevmiyorum... hala sevmiyorum.... sevmeyeceğim.

Peki ne yapmalıyım şimdi, bir öğretmen olarak...
Biliyorum...

Kendini 'öteki' gibi hissettirmemeliyim öğrencilerimi... hem de hiçbir noktada...


Ahmet Giritli


(*) Yerli Malı Haftası, 12-18 Aralık tarihleri arasında Türkiye'de tüm okullarda kutlanan özel haftadır. Resmi ismiyle “Tutum, Yatırım ve Türk Malları Haftası” olarak kutlanmaktadır. Hedefi, yerli (**) tüketiminin artmasıdır. Bu hafta süresince tutumlu olmanın, yatırım yapmanın ve yerli malı kullanmanın önemi anlatılır. İnsanların parasını , malın eşyaların , zamanın ve sağlığın gerektirdiği gibi korumak ve kullanmasına tutumlu olmak denir. Okullarda yapılan etkinliklerle tüm gençleri yerli malına teşvik eder II. Dünya Savaşı sonrası oluşan ekonomik darboğazın ardından yabancı ülkelere para akışının önünün kesilmesi ve toplumsal tutum bilincinin oluşmaı amaçlanmıştır. 1946 yılından itibaren Yerli Malı Haftası olarak kutlanmaktadır. 1983 yılında adı Tutum, yatırım ve Türk malları haftası olarak değiştirilmiştir.

Türkiye, Cumhuriyet döneminde yeni savaştan çıkmış bir ülke idi. Ellerinde bir şeyleri kalmayan halk yoksulluk içerisinde yaşıyordu. Atatürk, 1923 yılında korunması, yerli mallar üretilmesi ve kullanılmasını kararlaştırıldı . Dönemin başbakanı İsmet İnönü 12 Aralık 1929 tarihinde T.B.M.M.’de bir konuşma yaptı. Konuşmasında ulusal ekonomi, yerli maı ve tutumlu olma konularını anlattı.
Okullarda 12 – 18 Aralık tarihleri arasında kutlanan bu haftada tutum, yatırım ve Türk malları hakkında bilgi verilir, şiirler okunur, konuşmalar yapılır, skeçler ve oyunlar oynanır.
[kaynak vikipedia.org]

8 Ocak 2011

Mesut Özil’e Mektup ya da “si amigos!”

1960’larda acı vatan Alamanya’ya göç ederken DÇM “Dövize
Çevrilebilir Mevduat” olarak görülen ve sadece “yurda” döviz
gönderip, geri bırakılmış bir ülkenin döviz deposu olarak görülen
bir neslin, terkedilmiş vatan toprağı evlatlarının, canım Anadolu
insanının kaderini acımasız bir iktisadi araç olarak gördükten
sonra, 2. 3. kuşaktan çocuklarının bu kez MTKGÇ -Milli Takıma
Kazandırılması Gereken Çocukları- olarak görülüp
bir tercih nedeniyle
ıslaklanmasına gönlü elvermeyen bir dinozorun serzenişidir...


susar bir gece güneş...
zamanlardan,
karanlık bir zaman.
susar,
futbol denen bir oynuna öfkelenerek
ve
-kesinlikle- acı acı susar...

“ay doğar, bedir bedir” (*)
acı vatan alamanya'nın
unutulan bir yeniyetmesinde...

kim koşuşturacak güneşi bir daha
kırk yıl sonra
yeniyetmeler ve babalar adına

ve doğuşundan utanmaması için

kim hüzünlenecek ayın “bedir bedir” doğuşuna...

yalansa, yalan -deyin-
biz süpürmedik mi o acı vatan caddelerini...
kıvranırken vatan 1970 - 80’lerde
DÇM’lerin banka hesabına...
söyleyin
kim vardı mesut’un babasının süpürgesinde
süpürürken acı vatan caddelerini

bugün ıslıklayanların geçmişinden?
söyleyeyim...
hiç kimse!
ama
rüya bir bahar gelince bir gün

barnebau’nun yeşil çimlerinde
bulundu suçlu
milli takım tercihlerinde...

alamanya acı vatan evet...
ama

bir topun peşinden ağlamaksa vatan

ağlamanın sebebi ilan edilmek de
ıslıklanmak da yalan.
si amigos
ya-lan!
 

(*) Ruhi Su; “Almanya Acı Vatan”
Ahmet Giritli
12’ 10’ 2010

3 Ocak 2011

4. Koğuşta Yatan Mahkumu Tanıyorum!


Yılmaz Özdil'in 3 Ocak tarihli yazısı, az önce okuyabildim.. Sizlerde okuyun..
Ben tanıyorum 4. Koğuşta yatmış olan Fenerbahçeliyi..


**Cemil!**

2 Ocak 2011

Büyük Ada'nın Delikanlısı!


Gitmeden önce tablo, poster benzeri birşeyler yaptıralım dedik.. Kararlaştırdığımız gün içerisinde izinli olduğum için bana düştü hastane odasına asmak için yapılacak hediye tablo işi.. Ortak bir kararla Büyük Ada ziyaretine gittiğimizde açılan O'na istinaden açılan bir pankart ve o pankartı tutan güzel insanlar topluluğunun bir fotoğrafı.. Zaman bol olduğu için tembelliğe vurdum işi, haftaiçi bir gün olduğundan insanlar işten çıkıp gelecekler tabi.. Ben de buluşmadan 2 saat önce çıksam yeter diye düşündüm.. Kadıköy Yazıcıoğlu'nda büyük bir Ozalit'e uğradım önce, tıpkı banka gibi işliyor.. Vize dönemi herhalde, çözemedim tam mevzuyu, içersi öğrenci kaynıyor.. Banka dememin sebebi sıra numarası filan alıyorsun, bekledikten sonra senin numaran yanarsa -ki ne kadar sürer bilinmez- işini halledip paşa paşa gidiyorsun.. Halbuki benim damardan muhabbete girecek bir adama ihtiyacım var, onlar beni makineye yönlendirdiler.. Olmaz öyle.. Sıra numarası aldım yine de, ne olur ne olmaz hesabı.. Çıktım dışarı sigara içmeye..

Ateş isteyen elemana sordum, var mıdır buralarda yakın bir ozalit diye.. Hemen paralel sokakta olduğunu söyledi, hafiften indim ben de o paralele doğru.. Aynı ayarda bir dükkan, fakat az önceki kadar yoğun değil.. Buyrun diyen adama istem dışı elimi uzattım ki ilk selamlaşmadan sonra o damardan muhabbete gireyim istedim.. Önce meramımı teknik olmayan bir dille "usta bir fotoğraf var, onu çıkartıp çerçeveye koymamız gerek, burada halledebilir miyiz" diye sordum, "tabi yaparız" gibi kestirip atan bir cevap aldım haliyle.. Biri boynumda, diğeri elimde olan iki atkı dikkatini çekti konuştuğum personelin, "hangi takımlısın" diye sordum ki bu benim planladığım sohbetin bir parçası, az önceki dükkanda yapamazdım, makine cevap veremezdi galiba.. Fenerbahçe der demez "hocam bak, Vamos Bien'i bilir misin" diye sordum ikinci cümleyi planlayamadan, 'bilmez miyim, biliyorum abi' dedi de rahatladım.. "Hehh işte, Vamos'tan bir kaç arkadaşımla usta Lefter'i ziyarete gideceğiz şimdi, senden çıkartmanı istediğim o fotoğraf onunla alakalı, göreceksin zaten.. Nasıl bir çerçeve yaparız şimdi, bir göstersene.. Hastane odasında kalacak, bak senin yaptığın iş sonuçta, sana da güzel anı olur" diyerek inceden akmaya devam ediyorum.. "O zaman güzel birşey yapmak gerek kardeşim, bi dakka" dedi ve uzaklaştı, sanırım dükkan sahibinin yanına gitti.. Duvarda arkadan ışıklandırılmış, kalın kağıtlı ama tablo gibi duran, çerçevesiz ama oldukça pahalı gibi duran bir örneği göstereren "bundan yapalım mı" dedi, ben de coşmuştum artık, "yapalım" dedim, onlar fiyat konuşurken darlandım, bir sigara molası daha.. 90-100 liraya kadar patlar diye düşünürken hesap makinesinde 68 rakamını gördüm, dükkan sahibi kendi kendine konuşarak ordan kesti burdan kesti, son rakamı görmedim ama şunu duydum "hiç almasak çocuğa ayıp olur" dedi fısıldayarak ve bana dönerek kararlı bir ses tonuyla "15 lira delikanlı" dedi "ama babanın ellerinden öpün bizler içinde!" diye bitirerek.. 

Müthiş gurur duydum adamla, 'güzel Fenerbahçeli' sıfatına erişmiş.. Aldığı 15 liranın nereye gittiğini de sonradan anladık yanıma gelen Sezgin'le; çerçevesini (kasnak) bize hemen teslim edebilmek için başka bir yere yaptırdı ve muhtemelen onun maliyeti.. O kadar güzel bir adamdı.. Son derece mahçup ve gururlu bir şekilde içten teşekkürlerimizi sunup ayrıldık.. Elimizde koca poşetle metrobüse bindik, toplandık hastanenin önünde..

8 kişi kadardık ve Lefter'in torunu arkadaşımız Özlem'in bizi karşılamasıyla içeri girdik.. Tabi asansörden çıkmadan önce ciğerim Kerim'in "kurumsallığın gözünü seveyim, otel gibi hastene lan" gibi bir cümlesi kıkırdamamıza sebep oldu.. Yukarı çıkarken durumun pek farkında değildik, ya da hissettirmiyorduk ama, titremeye başlamıştık artık.. Çocuk gibiydik hepimiz, odaya girmeden "hastanedeyiz, sessiz olalım, gözgöze gelirsek güleriz, aman ha" gibi uyarılarla kata ulaştık nihayet ve indik asansörden.. İndiğimiz anda sanki başka bir dünyadaymışız gibi, odaya vardık, Lefter'in güzel yüzlü eşinin elini öptük, yorgunluk vardı gözlerinde.. Kızı ve torunu Özlem.. Üçü de yanıbaşındaydı babamızın.. Önce biraz onlarla sohbet ettik, ama aklımız içerde.. Camın arkasından görüyoruz, e farkındayız herkes orayı kesiyor gözucuyla.. Baba televizyon izliyor, galiba haberler vardı.. Sonra Özlem içeri girip "dede arkadaşlar seni görmeye geldiler, hani Ada'ya da geliyorlar ya hep" diye kısa bir hatırlatmadan sonra "gelsinler tabi" diyerek desturu verdi ve girdik içeri.. O halsizlikle bile hafiften doğrulmaya çalışması bile çizdi içimizi.. Elinden öptük.. Çöktük hemen yanıbaşına, bir güzel süzdü bizi.. Kerim çok uzun boylu olduğu için "maşallah hepiniz cıva gibi delikanlısınız" dedi ve "sağlam durun çocuklar, yenilmeyin tamam mı" dedi, sonra televizyonda Fb Tv açık olduğunu farkederek, U17 maçındaki kahpeliğe üzüldüğünü farzettik.. Haberleri dinlemiş belli ki baba.. Ve bizlere diyordu ki "sağlığınıza dikkat edin, hiç yenilmeyin, hep dik durun" ağzımız açık dinliyorduk, keşke onu yormak gibi bir kaygımız olmasa da sabaha kadar dinlesek..

Haluk abi güzel bir cümleyle "baba iyi görünüyorsun, Ada'ya geçtiğinde oraya geliriz" dedi, zaten hemen başucunda Büyük Ada'nın fotoğrafı vardı.. Reşit abi ise "Ada'ya geldiğimizde balıkları bu sefer biz yaparız baba" dedi, güldü biraz, tebessüm etti.. Evren, Lefter'in elini öperken kendi babasının balıkçı teknesinden bahsetti kısaca, "Şevket'in oğluyum ben" dedi, Lefter ise "sen oğlu musun onun, ben çok severim Şevket'i, çok selamımı söyle olur mu" dedi, hepimiz derin bir nefes aldık içimiz titrerken..

Sonra biraz daha durduk, yüzüne baktık uzun uzun.. Çok yormak istemediğimizden ayrılalım, çıkalım dedik.. Ada'da görüşeceğimize dair sözleştik, eşine kızına ve torunu Özlem'e teşekkürlerimizi sunarak ayrıldık..

Gözgöze gelemiyorduk hala.. O başka dünyadan çıkmış garip mahluklar gibiydik.. Asansörde benim yanlış tuşa basmamla yine eski havamızı yakaladık tabi.. Zemindir diye düşünerek Z harfine bastım ve eksi bilmemkaçıncı kata inmişiz, meğerse Lobi'nin "L"sine basılacakmış.. Tam inecekken Kerim'in "bak burası işte, ışıl ışıl görmüyor musun, sermaye burda dönüyor abi, bildiğin lobi işte" demesi kendimize getirdi bizi..

Sonra..
Sonrası iyilik sağlık..
Lefter iyi, merak etmeyin.. Gerçekten iyi, laf olsun diye yazmıyorum..
Biraz sinirliymiş, haftaya taburcu edilmesi planlanıyor, Ada'ya geçecek çıktığında ve eminim ki Ada'ya gittiğinde zıpkın gibi ayakta olacak.. Sinirli dedim, bazen serumlardan sıkılabiliyor haliyle, fakat sarı-lacivert bilekliği hep sol bileğinde..

Hikayenin başında bahsettiğim biri boynumda, diğeri elimde olan atkıların ikisi de Lefter'deydi bir ara.. Birini boynuna takmak istedi, diğerini koltuğunun başına koyduk.. Üzerinde kendi resmi olan Lefter atkısı onda kaldı kendi isteğiyle, üzerine "tribünler bağırdı binlerce kere / ver Leftere, yaz deftere / bitti kalem, doldu defter / bu alemde kral Lefter" yazıyordu.. "Kara Deryalarda Bir Fenersin" yazan Vamos Bien atkısını ise eliyle geri verdi.. Duracaktı kalbim..

Buraya kadar okudunuz, sağolun dostlar, ince detaylarla belki sıkmış olabilirim.. Unutmayın öğütlerini! "Dik durun, yenilmeyin, sağlam olun gençler" diyordu, çıkmasın aklınızdan..
Fakat herşeyden öte tek cümle benim için çok şeye bedel;

Lefter'in elini öptüm, tamam ama, ben babanın sol ayağına dokundum!