27 Temmuz 2012

"FENERBAHÇE, BARCELONA OLABİLİR Mİ?"

Başlıktaki sorunun cevabını aramaya koyulmadan önce, Akdeniz'in öbür ucuna uzanan bir yolculuğu paylaşmalıyım sizlerle... Orhan Pamuk'un romanlarından Yeni Hayat "Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti" cümlesiyle başlar. Ben de bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişmese de, hayatımda pek çok şey değişti. Bu, Güney Afrika asıllı İngiliz gazeteci Simon Kuper'in yazmış olduğu Football Against the Enemy adlı kitaptı. Meraklıları hatırlayacaktır, daha sonra Futbol Asla Sadece Futbol Değildir adıyla Türkçeye de çevrildi (Haziran 1996, Sabah Kitapları). 
Kitabın Barcelona'yı anlatan bölümü şu satırlarla başlıyordu: "Bir kulüpten daha ötesi olmak, FC Barcelona'nın düsturudur ve Barca ile kıyaslanacak olursa, Manchester United, bir 3. Lig kulübü gibi görünür. United'ın her hafta BBC ekranlarında yayınlanan ve sadece kendisine adanmış bir hiciv programı yoktur, Salvador Dali'nin bile girmek için başvuracağı kadar prestijli bir resim yarışması düzenlemezler ve Papa'nın 108.000 seri numaralı sezonluk biletin sahibi olduğunu söyleyerek övünmeleri olası değildir. Kentin en çok ziyaret edilen yerlerinden biri de kulübün müzesi değildir (Barca Müzesi'ne gidenlerin sayısı, Picasso Müzesi'ne gidenlerden bile daha fazladır)." 
Heyecan verici bu paragrafın beni baştan çıkardığını söyleyebilirim. Daha önce Barcelona'yı görmüş, dönüşünde o emsalsiz Nou Camp Stadı'nı ballandıra ballandıra anlatmış pek çok futbolsever dostum olmuştu. Futbol yıllıkları, bu köklü kulübün defalarca İspanya şampiyonu olduğunu, 1 kez Avrupa Şampiyon Kulüpler, 4 kez de Avrupa Kupa Galipleri Kupası kazandığım yazıyordu. Saydıklarım da belki bir nebze olsun tahrik edici unsurlardı ama Kuper'in kulübün sosyal yapısını özetlediği paragraf, aklımı başımdan almıştı. Sonra, ışıl ışıl bir mart gününde Barcelona'ya yaptığım ilk ziyaret, Gaudi'nin La Sagrada Familia'sında geçen birkaç saat, daha önce yaşamımın hiçbir alanında veremediğim kadar radikal bir karara sürükledi beni... Ne yapıp edecek, ömrümün bir bölümünde mutlaka bu güzel şehirde yaşayacak, FC Barcelona kulübünün ne menem bir şey olduğunu kendi gözlerimle görecektim.
Kulübün basketbol şubesindeki ilişkilerimi kullanarak, bir süreliğine bu organizasyonu yakından görmek için başvuru mektubu yazdığımda, kararımın üzerinden iki yıl geçmişti. Şaşırmadılar. Çünkü dünyanın birçok ülkesinden gazeteciler, sosyologlar, siyaset bilimciler daha önce FC Barcelona'yı incelemiş ve ortaya neredeyse bir kütüphane dolusu kitap çıkmıştı. Şaşırdılar. Çünkü daha önce hiçbir Türk bu konuyla ilgilenmemişti. Kulübün kütüphanesine istediğim kadar girip çıkabileceğimi, ancak kaynakların daha ziyade İspanyolca ve Katalanca olması nedeniyle İngilizcemin bu araştırmada bana pek yardımcı olamayacağını bildirdiler. Bir de, önceden randevu istemek kaydıyla, bazı yöneticilerle söyleşiler yapabileceğimi... 
Bu şartlarda İspanyolca öğrenmek, en azından okuduğunu anlayabilmek farz oluyordu. 35'inden sonra dil kurslarında sürtüp, ödev yapmak keyifli sayılmazdı. Üstelik de bu meşakkatli dönem yaz aylarına, tam bir Akdeniz güzeli olan Barcelona'nın kendini plajlara ve güneşin kollarına bıraktığı günlere denk geldi. Ama ant içmiştim bir kere... Ekim ayı geldiğinde şehrin "yerlisi" büyük ölçüde evine-barkına dönmüş, Nou Camp Stadı önemsiz maçlarda bile dolmaya başlamış, bu arada Johan Cruyff'un önayak olmasıyla kulüp ile Barcelona Üniversitesi'nin birlikte düzenlediği Uluslararası Spor Yöneticiliği Seminerleri de başlamıştı. Seminerdeki konuşmacıların çoğunlukla yabancı olması önceleri bana avantaj gibi gözüktü. Ama kısa bir süre sonra, özellikle Amerikalı akademisyenlerin tamamen farklı bir gezegenden söz ettiklerini, FC Barcelona üzerine bildirilerin azınlıkta kaldığını gördüm. Düş kırıklığıma en güzel tedavi, kulübün basketbol şubesi direktörü Antonio Maceiras'tan geldi. Sağlıklı transfer listesi oluşturabilmek için, Kuzey ve Güney Amerika ile Batı Avrupa'da birer adamları olduğunu, bu "ajanların" Barcelona adına sürekli oyuncu izleyip rapor ettiklerini söyledi. Hemen ardından da, benim de istersem aynı şeyi Türkiye, İsrail ve Yunanistan basketbol ligleri için yapabileceğimi ekledi. (Şimdi düşünüyorum da, bu cazip teklif aslında benim ilgime ve bilgime değil, o yıl inanılmaz bir patlama yaşayan Türk basketbol borsasına hürmeten yapılmış olmalı. Söz konusu tarihte Türkiye Basketbol Ligi'nde Mahmut Abdul Rauf, Zoran Saviç, Marko Miliç, David Rivers, Zan Tabak, Richard Petruska, Rashard Griffith ve Petar Naumoski gibi Avrupa'nın yakından takip etme ihtiyacında olduğu yıldızlar vardı.) 
Maceiras'ın bu teklifiyle, birkaç aylığına gittiğim Barcelona'da tam bir yıl kaldım. Hem de aklımın kenarından geçmeyen bir işi, dünya üzerinde en çok ilgi duyduğum kulüp için oyuncu rapor etme işini yaparak... Bir kitap, insanın hayatını bundan daha fazla değiştirebilir mi? 
FC Barcelona, Katalan insanının "Mas que un club" (Bir kulüpten ötesi) diye tanımladığı, adlandırılması çok zor bir organizasyondur. Kulüp mü, değil. Her şeyden önce onlar, yalnızca bir kulüp statüsüne indirgenmiş olmayı hazmedemezler. Parti mi, olabilir... Örgütlenme biçimi bu tanımlamaya uygun ama siyasi bir faaliyeti yok. Üstelik çok farklı siyasi görüşleri de çatısı altında barındırıyor ki, "fraksiyonel yapı" yakıştırması bu durumu karşılamaya yetmez. Şirket mi derseniz, en çok buna uyuyor çünkü bir ekonomik büyüklük söz konusu. Ancak şirketlerin "müşterileri" olur ve onlarla ürün arasındaki gönül bağı -varsa eğer- bir yere kadardır. FC Barcelona'yı bir şirket, üyelerini, taraftarlarını ve dünyanın her köşesine dağılmış sempatizanlarını "müşteri" olarak tanımlarsak, kurduğumuz denklem bizi bu ateşli aşkı anlamanın anahtarlarına götüremez. En iyisi, "hepsi birden" deyip, çıkmak işin içinden... Evet; hem kulüp, hem parti, hem şirket... Hepsi birden! Bana kalırsa, FC Barcelona dünyanın en büyük sivil toplum örgütlerinden biri. 106 bin üyesi olduğu düşünülürse, örgütlenme amacının futbolu, maç sonuçlarını, müzeyi dolduran kupaları çoktan aştığı daha iyi anlaşılır. Zaten sözlüklerinde "Barcelonismo" diye başka dillere çevrilmesi imkânsız bir sözcük bulunduran bir milleti, yalnızca futbol oyunu üzerinden tarif etmeye çalışmak da, "işin kolayına kaçmak" olmaz mı? 
Başta Barcelona'lılar olmak üzere, bütün Katalanlar kendilerini en iyi Barcelonismo'nun tanımladığına inanırlar. Bire bir ve kuru bir çeviriyle "Barcelona'lılık" ya da "Barselonizm" diye sözcük kılığına sokabileceğimiz Barcelonismo nedir? En çok dayanışmadır, "kol kırılır yen içinde kalır"cılık oynamak ya da kan kusup "kızılcık şerbeti içtim" demektir... Omuz omuza vermektir. Sorunlarını, yokluklarını birbirlerine sonuna kadar açıp, dışarıya hissettirmemek için olağanüstü bir gayret sarf ederler. Bu, zaman zaman Akdenizliliğin de verdiği gösteriş merakı ve onuruna düşkünlükle birleşerek inanılmaz örneklere ulaşır (edebiyatında Pembe İncili Kaftan gibi bir klasik bulunan bizler için bu durumu anlamak çok zor olmasa gerek). 
"Dışarı" deyince de şöyle bir durup düşünmek gerekiyor. Kimdir dışardakiler? Öncelikle Katalan olmayan herkes. İkinci klasifikasyonda, Katalan olmasa da Katalanca konuşabilenler bir adım öne çıkar. Onları, Katalanca konuşamayan Barcelona sempatizanları izler ama bu son gruba "iç kapının dış mandalı" muamelesi yapılır. Kolayca görülebileceği gibi, Barcelonismo'nun omurgası dildir aslında... Konuşulması, yazılması on yıllar boyunca yasak olan, resmen tanınmayan, yok edilmeye çalışılan ama her köşebaşından, her dizeden, her şarkıdan, küllerinden doğmuş ve yenilgiye direnmiş bir dil. 
Burada bir paragrafı da Katalanlar'ın kendi dilleriyle kurmuş oldukları "özel" ilişkiye ayırmak gerek. Franco döneminde İspanyolca dışında kalan tüm diller için uygulanan yasaklar eşit sertlik ve acımasızlıkta olmasına karşın, Katalanca'nın direnişi diğerlerinden, sözgelimi bir Baskça'dan çok daha güçlü olmuş. İstatistikler bunun kanıtı. '70'lerin sonunda yapılan bir araştırmaya göre; Bask bölgesinde yaşayanların çoğu, kendi aralarında konuşurken bile İspanyolca'yı tercih ediyormuş. Bu rakam, genç kuşakların Baskça konuşmaya teşvik edilmesiyle bugün yüzde 55'in üzerine çıkmış durumda. Oysa aynı oran, yani günlük hayatta kendi dilini seçenler, Katalan bölgesinde yüzde 85'i buluyor. Basklar'ın Katalanlar'a oranla çok daha milliyetçi ve şahin olduklarını biliyoruz. İç savaşın sona erdiği 1939'dan günümüze Katalan milliyetçiliğinin silahlı direniş fikrine pek sıcak bakmaması, buna karşın Bask deyince akla eylemleri hâlâ süren ETA'nın gelmesi ve ana dile bağlılık konusunda iki toplumun farklı portreler çizmesi, tuhaf bir tezat oluşturuyor. 
İspanyol İç Savaşı'nda Cumhuriyetçiler'in teslim bayrağını çektiği 1939 yılından "Generalissimo" Franco'nun öldüğü 1975'e kadar tam 36 yıl boyunca ana dillerini konuşamamış Katalanlar. Hatta, resmi ideoloji tarafından "Sizin diliniz yok ki, o sadece farklı bir lehçe" diye aşağılanmışlar. Okulda, caddede, sokakta, mahkemede, her yerde Katalanca konuşmak yasakmış yasak olmasına da, nedendir bilinmez, stadyum bu uygulamanın dışında kalmış. Franco'nun, ters çevrilmiş bir faraşı andıran komik kepler giyen polisleri, Barcelona maçlarında Katalanca bağırıp çağıranlara ilişmemişler. Görmezden, duymazdan gelmişler. Haliyle stadyum, giderek direnişin mabedi, bordo-mavili forma bayrağı, futbol takımı da ordusu haline gelmiş. Zaten evvel-ezel başkente bir başkaldırı rengi taşıyan Barça-Re-al Madrid maçları iç savaşın "arkası yarını" formuna girmiş ve Barcelona taraftan, Numancia Caddesi ile Travessera Les Corts Bulvarı'nın kesiştiği yerdeki mütevazı stada sığamaz olmuş. İşte, Real Madrid'in dönemin en büyük yıldızı Alfredo Di Stefano'yu bir gecede Barcelona'nın elinden kaptığı (bu tereyağdan kıl çekme operasyonunu gerçekleştirirken hükümet desteği gördüğü) ve ruhu yaralanan Katalan milletinin de muazzam bir hemşehrilik dayanışmasıyla Nou Camp Stadı'nın inşaatı için bir tür seferberlik ilan ettiği dönem, bu dönem... II. Dünya Savaşı'ndan tuhaf bir biçimde güçlenerek çıkmış Franco'nun, İspanya'nın (en çok da Katalunya'nın) üstüne kâbus gibi çöktüğü 50'li yıllar... Sonrası, FC Barcelona'nın "bir kulüpten ötesi" olmasının ve bugünlere gelmesinin hikâyesidir. 
Biliyorum, epeyce uzadı ve dağıldı ama yukarıda "dünyanın en büyük sivil toplum örgütlerinden biri" olarak tanımladığım bu kulüplerüstü yapının en çok hangi yıllarda güçlendiğini, Barcelonismo'nun nereden çıktığını anlatabilmek ve bütün bunları aslında bir diktatöre borçlu olduğumuz tespitini yapabilmek için, tarihte küçük bir gezintiye ihtiyacımız vardı. Bir önceki cümleyi yanlış okumadınız. Bugün yalnızca spor alanında faaliyet gösteriyor gibi görünen ama devleti olmayan bir ulusun halkla ilişkiler şirketi olmak gibi fonksiyonları da haiz bu devasa sivil toplum örgütünü, yüzyılın en namlı faşist diktatörlerinden Franco'ya borçluyuz. 
İyi güzel de, artık sadede gel, bütün bunların Fenerbahçe ile ne alâkası var, dediğinizi duyar gibi oluyorum. Geleceğiz efendim... Az sonra! 
FC Barcelona, artık dünya üzerindeki bütün futbol tutkunlarının adını ezbere bildiği 98 bin koltuklu Nou Camp Stadı'yla, yıllık 170 milyon doları bulan denk bütçesiyle, gençlerine spor imkânı tanıdığı 16 spor dalıyla, gezegenimize yayılmış sayıları 1300'ü bulan fan kulüpleriyle, futbol istatistiklerine geçmiş şampiyonluklarıyla nümerik anlamda pek çok büyüklük ifade ediyor. Daha da ötesi, kulübün, post-Franco döneminde İspanya siyasetinin iç dengelerinde hatırı sayılır makamlarla eskiye oranla çok daha yoğun temas edebilmesidir. Uluslararası Olimpiyat Komitesi Başkanı Juan Antonio Samaranch'ın Barcelona'nın kulüp üyesi olması, Pinochet'nin korkulu rüyası "süper" savcı Baltazar Garzon'un kulüp yönetimiyle sıkı fıkı ilişkileri, "İspanya'da başbakanı Katalunya valisi, Katalunya valisini de Barca başkanı belirler" ifadesinin kent halkı tarafından sıkça kullanılması... Bütün bunlar, büyüklüğün, son 25 yıl içinde nümerik değerlerden çıkıp nüfuz boyutuna doğru hızla yol aldığının göze ilk çarpan kanıtlarıdır. Sayısız uzlaşma ilmeğiyle örülmüş ilişkiler ağını en iyi tarif eden şeyse kraliyet ailesinin bir fotoğrafı olabilir. Prenses Christina, Barcelona hentbol takımının kaptanı Urdangarin ile evlidir. Kral Juan Carlos, "damadının" maçlarını izlemek için arada sırada spor salonunun protokol tribününde yerini alır. Urdangarin'in Bask kökenli olması, "Birleşik" krallık tablosunu tamamlayan fırça darbesidir. Göğsündeki Barca ambleminde Katalan renklerini taşıyan bir Bask genci ve onu bağrına basan Kastilya kralı... İşte İspanya budur. 
Galiba bu noktada Fenerbahçe ile buluşabiliriz. Tabiî önce paralellik kurduğumuz "yerli büyüğün" niçin Galatasaray ya da Beşiktaş değil de, Fenerbahçe olduğunu dilimiz döndüğünce açıklamak kaydıyla... 
Kurthan Fişek'in '70'lerde yaptığı "Galatasaray aristokrasinin, Fenerbahçe burjuvazinin, Beşiktaş da proleteryanın kulübüdür" tespitinin altından çok sular aktı... Futbol, Türkiye'nin son 20 yılında "bir top, iki kale, 22 oyuncu" manzarasının çok ötesine tekabül eden, büyüyen, büyürken büyüten ve gelip gündemin başköşesine kurulan bir oyun haline geldi. Bu büyümeden büyükler de fazlasıyla nasibini aldı. Taraftar sayıları hızla arttı ve hissedilir derecede birbirlerine benzediler. Artık farklar yalnızca nüanslardaydı. Söz konusu nüanslardan birinden çıkarak diyebiliriz ki, FC Barcelona ile Galatasaray arasında paralellik kurmak, ortak noktalar bulmak kolay değildir çünkü Galatasaray bir okulu, üstelik de ağırlıklı olarak seçkinlerin tercih ettiği bir okulu baz alan kulüp yapısıyla popülist değil, elitist bir pozisyon almıştır. Sarı-kırmızılı camiada birkaç yıl öncesine kadar Galatasaray Lisesi mezunu olmayan birinin başkan seçilmesi bile mümkün değildi. Oysa Barca, üye sayısının altı haneli rakamlara taşmasından da rahatlıkla anlaşılacağı üzere geniş tabanlı demokratik bir örgüttür. 
Beşiktaş'a gelince... Yazımızın önceki bölümlerinde Barcelonismo tarifimize şekil şemal vermeye çalışırken altını çizdiğimiz "Akdeniz usûlü gösteriş merakı"ndan eser yoktur siyah-beyazlı camiada. Belki renklerinden, belki de uzun yıllara damga vurmuş sembol isimlerinin kişiliğinden gelme bir "Ağır ol da molla desinler" havası, Beşiktaş'ı Barcelona'nın kulvarından çeker alır. 
Ancak Barcelona'nın yukarıda vurgulamaya çalıştığımız iki özelliği de Fenerbahçe'de fazlasıyla mevcuttur. Gücünü büyük ölçüde tabandan alan, tribünün sesine kulak veren yönetimler (ne yazık ki, bu konuda elitist davranmamak bazı dönemlerde camiaya pahalıya patlamış, kapının önünden geçerken kendini kongrede bulan eşraftan kimi zevatın başkanlık mertebesine tırmandığı görülmüştür), gösterişçi ve gösterişli takımlar... İlaveten, kökü Kurtuluş Savaşı yıllarında ingiliz muhriplerine karşı oynanmış maçlara kadar uzanan -ve Barcelonismo'yu çağrıştıran- milliyetçilikle beslenmiş bir popülarite, kalabalık ve yaygın bir taraftar kitlesi. 
Fenerbahçe her zaman yıldızlarıyla anılmış bir camiadır. Şampiyonluklar, evet... Fakat bu şampiyonlukları yıldızlar / yıldızları şampiyonluklar armağan etmiştir kulübe. Canlar, Lefterler, Cemiller... Fenerbahçe taraftarının hası, takımının yalnızca kazanmasını değil, sahaya çıkmışken "yakışıklı" futbol oynamasını, yıldızlarının gönül almasını da ister. Tıpkı Barcelonalılar gibi... 
Bu gösterişli oyun merakına eklemlenen "güzel olan her şeyin ülkemize Batı kapısından girebileceği inancı" Fenerbahçe'nin hep teknik patronunu dışarıda araması sonucunu getirmiştir. Galatasaray'ın kendi evlatları arasından Gündüz Kılıçlar, Coşkun Özarılar, Mustafa Denizliler ve nihayet Fatih Terimler çıkarmasına, Beşiktaş'ın bir aralar "özkaynak düzeni" adını verdiği bir hamleyle kendi starlarını yaratmaya çalışmasına, Fenerli genellikle omuz silkip geçmiştir. Onun acelesi vardır. Her şeyi, bilhassa şampiyonluğu hemen istemektedir. Acil başarının yolu, bu coğrafyada adam yetişmesini beklemek değil, parayı bastırıp en iyisini memlekete getirmektir. Ignace Molnar'la başlayıp Didi ve çeşitli -iç'lerle süren, nihayet Parreira'ya kadar uzanan ithalat rejiminin açıklaması budur (arada, farklı bir disiplinin temsilcisi olan Almanlar da Dereağzı'nda görülmüş ama pek tabiî ki onların çalışma-sabır-sebata dayanan aşısı tutmamıştır. Bu nedenle önceki cümlede şampiyonluk yaşayan hocaları andık sadece). 
Yakından bakınca Barcelona cephesinde de durumun farklı olmadığı görülür. Katalan kulübü sıradanlıktan sıyrılmanın kapılarını ünlü teknik adam Helenio Herrera ile açmış, ondan sonra da yabancı çalıştırıcılara çoğunlukla cömert davranmasıyla tanınmıştır. Maradona hariç, bütün yıldızların kariyerlerinin en parlak yıllarını Barcelona formasıyla yaşaması, vasatın biraz üstünde sayılabilecek bazı isimlerin de bu kulüpte yıldız katına çıkması bir tesadüf değil. Çünkü Barca taraftan yıldız sever (ama Yalçın Doğan'ın Fenerbahçe Cumhuriyeti kitabında anlatıldığı gibi, bir yıldız futbolcunun Hava Kuvvetleri Komutanının özel emriyle savaş uçağına konduğu gibi maça yetiştirilmesi, doğrusu Barça taraftarının hayal gücünü de aşar, Barcelona yönetiminin ülke politikasındaki etkinlik katsayısını da...) 
Johan Cruyff, teknik direktör olur olmaz "Bundan sonra Barcelona transfer hovardası olarak bilinmeyecek. Yıldızlarımızın Çoğunu burada, kendi altyapımızda yetiştireceğiz" dediğinde, taraftarların çoğu şaşırmış, hatta bazıları alınmıştı. O güne dek, Barcelona'dan yetişen futbolcuların sayısı hayli kabarıktı ama bu yetenekler genç takımdan A takıma alınmaz, Zaragoza, Valencia, Valladolid gibi ikinci mevki takımlarda sürttükten sonra, bir hayli para dökülerek transfer edilirdi (bir vakitler Kapalıçarşı'dan gelen Abdullah'ı Fenerbahçe'nin beğenmemesi ve yıllar sonra Trabzon'dan transfer etmesini hatırlayın). Cruyff dediğini de yaptı: Sergi, De la Pena ve Celades hep onun döneminin mahsulleriydi. 
Bu hamlenin bir benzerini belki Fenerbahçe de yapabilir ama bir yabancının, Cruyff'un Barcelona'da kaldığı kadar sarı-lacivertli kulüpte kalması ve bütün yapıyı ezberlemesi, Cruyff kadar saygın, karizmatik ve otoriter olması kaydıyla...Barcelonismo ve Fenerbahçelilik arasındaki ortak noktaları böylece sıraladıktan sonra, taa en başta cevabını arayacağımıza söz verdiğimiz soruya gelelim: Fenerbahçe, Barcelona olabilir mi sahiden? 
Gücünü, yokedilmeye çalışılmış bir dilden, bir kültür hazinesinden ve bunların üzerinde yükselen bir dayanışma ruhundan almadığı (ya da bir zamanlar almışsa bile bu dinamiği kısa sürede kaybettiği) için zor. Çok zor... 
"Fakat ille de Barcelona gibi olmak gerekiyor mu?" sorusu da bir kenarda duruyor. Neredeyse folklorik diyebileceğimiz kadar yöresel bir kimlikten, biraz da faşizmin zoruyla yola çıkıp, 50-60 sene içinde bir "dünya markası" haline gelmeyi, yüz yaşını geride bırakmaya hazırlanan bir İstanbul kulübü için uzak ve fantastik bir hedef olarak tanımlayabiliriz. Peki, futbolun popülaritesinden istifadeyle bir kentin, bir yörenin insanlarına "insan gibi spor yapma imkânı" da sağlanamaz mı? Okullarımızda eğitim değil, yalnızca öğrenim verildiğini ve bunu kırabilmek için verilecek mücadelede sporun çok önemli bir siper olduğunu gözden kaçırmadan... 
Barcelona nüfusu 4 milyona yaklaşan, Fenerbahçe'nin 'konuşlanmış" olduğu Kadıköy'den pek de büyük olmayan bir kenttir. Kentin futbol takımının, bu satırlarda anlatmaya çalıştığımız sebep-sonuç ilişkisi neticesinde şampiyonluklara, kupalara, dolayısıyla dünya çapında popülariteye, dolayısıyla bol sıfırlı gelirlere ulaşması en çok üyelere ve onların ailelerine yaramıştır. 170 milyon dolar civarındaki bütçenin neredeyse beşte biri amatör branşların faaliyetleri, altyapı çalışmaları, tesislerin bakım, onarım ve işletmesi, üniversite ile birlikte düzenlenen kültürel etkinlikler için ayrılır. Zaten kulüpte yalnızca 4 profesyonel takım vardır: Futbol, basketbol, hentbol ve paten hokeyi (dördü de erkek takımlarıdır, bayanlarda profesyonel faaliyet yoktur). 
Oysa Fenerbahçe'ye baktığımızda; futbol, basketbol (erkek-bayan), voleybol (erkek-bayan), atletizm (erkek-bayan), boks ve kürek olmak üzere altı dalda, dokuz takımın sporcu ve antrenörlerine kulübün kasasından ücret ödendiğini ve futbol şubesinin çeşitli sebeplerle beklenen gelir düzeyine ulaşamadığı yıllarda geliri olmayan diğer branşların fakrü zaruret içinde yaşadığını görüyoruz. Bütçesini bir türlü denkleştiremeyen kulüp, Barcelona'nın iki misli bir ağırlığı omuzlamaya çabalıyor.Barça'da üyelik, Türkiye'de bir tenis ya da yüzme ihtisas kulübünün üyeliğine benzer. Üyelerin hepsi, profesyonel dalların dışında kalan dallarda kartlarını gösterir, ucu bucağı olmayan tesislere girer ve ister antrenör nezaretinde, ister kendi başlarına spor yapabilir (tenis kortlarının toplam sayısını her sorduğumda değişik bir cevap aldım. Bunu söylediğim bir yönetici "Normal. Çünkü her hafta yenileri yapılıyor, eskilerden bazıları bakıma alınıyor. Tenise talep arttıkça yeni kortlar açmak zorundayız" demişti). Böylesi bir tabloyu gözünüzde canlandırınca, nüfusu İzmir'inkini aşmayan bir kentten dünya klasmanında ilk onu zorlayan birkaç tenisçi çıkmasının nedenlerini anlamak da kolaylaşıyor sanırım... Yalnızca tenis mi? Barcelona kentinin Avrupa Şampiyonu bir hentbol takımı, Formula l'de yarışan bir pilotu, her yıl Fransa Bisiklet Turu'na davet edilen 10-15 bisikletçisi, olimpiyatlarda madalya alan bir atleti var! Tabiî bu yeteneklerin hepsi FC Barcelona'nın lisansiye sporcusu değil ama kulübün şehrin insanlarına sağladığı spor olanaklarıyla bu çorbada tuzu yok mu, dersiniz?Milyonlarca insanın dikkatle takip ettiği bordo-mavili futbol takımı, aslında buzdağının suyun üzerindeki kısmıdır. Takımın her başarısı, geliri -ve dolayısıyla- imkânları artırdığı için, belki bir engelli gencin basketbol oynayabilmesi için tekerlekli sandalye, belki bir hanım teyzenin yaşı kemale erdikten sonra tenise başlayabilmesi için antrenör maaşıdır. Kulüpte şimdilik rakibi olmayan bir beyzbol takımı bile kurulmuştur ve bizde olsa "halletmenin Amerikancası" diye topa tutulabilecek bu marjinal grubun üyeleri, kendilerine bu sportif özgürlüğü Kluivert'ın attığı gollerin ya da Rivaldo'nun verdiği pasların getirdiğini bilirler. İşte bu yüzden bambaşka bir aşkla severler takımlarını...Hiç olmazsa, Kadıköy'ün Barcelona'sı rolüne soyunamaz mı? Fenerbahçe?
Yiğiter Uluğ


Takımdan Ayrı Düz Koşu [Derleyen; Tanıl Bora]

2001-Nisan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder