16 Nisan 2010

Tahir Öğretmen ve Çocukları


Yeni bir eğitim yılı başlıyordu.. Kasvetli ve kapalı bir hava vardı dışarıda, yağmurlu.. Pencerenin kenarında, kravatını bağlarken hissetti bunu Tahir öğretmen.. Uzun bir aradan sonra, sabahın yedisinde okul yolunu tutacaktı.. Ceketini üzerine aldı ve yola koyulmak için kapıyı araladı.. Yan komşusu Melahat Hanım ve apartmanın kapıcısı Cafer Efendi’nin onu fark etmemesine bir anlam verememişti.. Oysa ki her sabah selamlaşırlardı.. Bunu düşünmeye başlamıştı ki, bu düşünceden sıyrılmasına neden olan bir ses duyuldu. Bir polis aracı, sireni açık bir şekilde yanından geçiyordu..

Tahir öğretmen, yine 12 Eylül sabahı evine gelen ekip aracını ve gözaltına alınmasını düşündü.. Daha yeni ilkokula başlayacak oğlunun ve eşinin gözü önünde, yaka-paça gözaltına alınması için araca bindirmişlerdi.. Oğlu Cevahir'in, pantolonunun paçasına sarılıp "Babamı nereye götürüyorsunuz?" diyerek ağlamasını hiçbir zaman unutamıyordu.. Şubede yaşadığı işkenceleri sanki tekrar yaşıyormuşçasına elinde tuttuğu öğretmen çantasının ağırlaştığını hissetti. Taşıyamaz hale geldiğini farketti.. Boğazına geçirilen ipi gözünün önüne getirince bir an soluğunun kesildiğini anladı. Elleriyle boğazını okşadı.. Polis otosunun sireni artık duyulmuyordu ki, Tahir öğretmen okula yaklaştığını fark etti..
Her yeni eğitim senesinin başında olduğu gibi okul yolları renkliydi. Birinci sınıfa başlayacak olanlar aileleriyle geldiği için okul önü daha bir kalabalıktı haliyle.. Bu cıvıl cıvıl kalabalığa bakan Tahir öğretmen, yeni bir sınıfta eğitim yılına başlamanın heyecanını daha fazla duydu yüreğinde. Yeni çocuklar, taze beyinler..

Ve sonunda beklenen zil çalmış, öğrenciler sınıflara çıkmıştı. Sıra öğretmenlerin sınıf kapılarını aralamasına gelmişti.

"Günaydın çocuklar! Nasılsınız bakalım? Ben sizin yeni öğretmeniniz olacak kişiyim. İsmim Tahir. Bundan sonra sürekli beraber olacağız. Sizler bu sıralarda okuma-yazma öğreneceksiniz. Ben de öğretmeniniz olarak bu konuda elimden geleni yapacağım. Ama ilk dersimizde tanışalım isterseniz? Mesela senden başlayalım. Söyle bakalım senin ismin ne yavrum?"

- Fatih
- Kaç yaşındasın Fatih?
- Annem bu kadar yaşımda olduğumu söylüyo (parmaklarıyla yaşını göstererek)
- 7 yaşındaymışsın Fatih’ciğim.. Güzel. Peki, büyüyünce ne olmak istiyorsun?
- Doktor olmak istiyorum ben!
- Bak sen şuna hele.. Çok güzel bir meslek bu. Niye doktor olmak istiyorsun?
- Doktor olup insanların ölmelerine izin vermicem, onları iyileştiricem.
- Peki, sen hiç hastalanınca hastaneye gittin mi?
- Gittimm. En son hastalanınca annemle-babam götürmüştü. Zaten ondan sonra doktor olmaya karar verdim. Çünkü..
- "Çünkü..." dedin, anlatmayacak mısın? (Öğretmen biraz bekler, cevap alamayınca) Neyse daha sonra anlatırsın.

- Haydi yavrum sen söyle bakalım ismini.
- İsmim Mustafa öğretmenim.
- Kaç yaşındasın Mustafa?
- 8 yaşındayım öğretmenim.
- Saymayı biliyor musun? Kaça kadar sayabiliyorsun?
- 10'a kadar.
- Kim öğretti sana 10'a kadar saymayı?
- Ablam.
- Sen ne olmak istiyorsun? Var mı olmak istediğin bir şey?
- Var öğretmenim... İnşaat mühendisi olmak istiyorum...
- Bak sen, inşaat mühendisini de biliyor... Çok çok iyi. Niye istiyorsun bakalım inşaat mühendisi olmayı?
- Sağlam evler yapmak için..
- Ooo sağlam evler.. Aferin sana. Peki niye?
- Depremde yıkılmamaları için.
- Sen hiç deprem olduğunu hissettin mi Mustafa?
- Ben mi? Şey...
- Tamam tamam korkma! Anlatmasan da olur..

- Peki, senin ismin ne kızım?
- Dilara.
- Ne güzel isimmiş bu böyle.. Kim vermiş bu ismi sana?
- Babam.
- Baban ne iş yapıyor peki kızım?
- Bi lokantada çalışıyor.. Şey.. Tamam, tamam hatırladım garson..
- Sen ne olmak istiyorsun?
- Henüz karar vermedim tam..
- Ama bir şeyler var değil mi aklında?
- Var ama utanıyorum söylemeye.
- Söyle kızım utanılacak bir şey yok.
- İyi o zaman. Başbakan olmak istiyorum!
- Bunda utanılacak ne var ki kızım?
- Ama öğretmenim annem hep başbakana kızıyor, yalan söylediğini söylüyor.
- (Tahir öğretmen bu cevaba çok güler) Sen niye başbakan olmak istiyorsun peki?
- Ben mi? İstiyorum işte!

Zil çalmış ve Tahir öğretmen, öğretmenler odasının yolunu tutmuştu. Her zamanki yerine, bir gazete alıp geçmişti. Ama kimse onu yine fark etmemişti.. Daha gazetesine göz atmamıştı ki, öğretmenlerin üzüntülü üzüntülü birbirleriyle konuşmalarına kulak kabarttı.. Hepsi de rögarın içine düşüp ölen çocuğu konuşuyordu. Bu süre konuşulanları işitmişti.. Bir an oğlu Cevahir’in elinden kayıp o çukura düştüğünü gözünün önüne getirince ürperdi.. Ve içinden konuşmaya başladı;

"Allah bildiği gibi yapsın hepsini! Her gün bir çocuk bir çukura düşüyor ve can veriyor.. Bir de çocukları çok seviyorlarmış gibi objektiflerin karşısına geçip çocuklara hediyeler dağıtıyorlar utanmadan.. Oysa yavruların mezarlarını yine onlar kazdırıyor.. Onlar değil mi ihaleleri gözlerini kâr hırsı bürümüş patronlara veren? O patronlar değil mi, o mezarları kazan? Ama yok, yook! Bir gün o mezarlara kendileri girecek ve bir daha çıkamayacaklar, inanıyorum.. Yarınlar bu bilinçle yetişiyor hiç merak etmesinler.."

Tahir öğretmen gazetesine dönmüştü.. İlk sayfaya bakmasıyla şok olması bir olmuştu.. Gözleri açıldı birden.. Biraz önce "Başbakan olmak istiyorum" diyen kızın, Dilara'nın o gülen, masum yüzü gazete sayfasının tam ortasındaydı.. Hiçbir anlam veremiyordu. Gazete rögara düşen Dilara'nın öldüğünü yazıyordu. Bir anlam veremiyordu, rüya olmalı dese de bu bir rüya değildi ve içi içini yer olmuştu. Ki öğretmenler konuşurken içlerinden birinin "Kaçak binanın altında kalan Mustafa, ailesinin parası olmadığı için hastane kapısından geri çevrilen Fatih'in ölümünün, Dilara'nın ölümünden ne farkı var ki?" dediğini anımsamıştı. "Bu çocukların hepsi biraz önce benim sınıfımdaydı" dese de, öğretmenler odasından çıkıp koşmaya başlamıştı.. Tahir öğretmen'in bağırmasını duyan olmamıştı.. Ama öğretmenlerin tek garibine giden, penceredeki tülün rüzgarın esintisi ile havalanması olmuştu..

Tahir öğretmen hayatında hiç bu kadar hızlı koşmamıştı. Bir taraftan Fatih'in neden doktor olmak istediğini anladı. Çünkü Fatih ailesinin parası olmadığı için hastane kapısında kalmıştı. Öyle ya sınıfta sorduğu soru yarım kalmıştı. "Ya Mustafa!" diyordu. Doğru ya, Mustafa'nın "İnşaat mühendisi olmak istiyorum öğretmenim." deyişinin altında yatan, kaçak binanın altında kalmasıydı..

Masum, gülen gözlü Dilara'yı düşündü ve onun da niye bu yaşta ülkeyi yönetmek istediğini anladı.. Bir bir bu düşünceler Tahir öğretmenin aklından geçiyordu. "Onlar ölmüş olamaz" düşüncesiyle koridorda koşmaya devam ediyordu halâ. Okul koridorundaki çocukları Dilara'ya, Fatih'e, Mustafa'ya benzetiyordu.. Çocukların gözlerinde, onların umutlarını görüyordu.. Bu çocukların içinden "Dilaralar, Fatihler, Mustafalar niye öldü?" diye hesap soracak başka çocukların çıkacağını düşünüyordu.. Ama artık öğretmeni olduğu sınıfın kapısının önündeydi nihayet. Tahir öğretmenin kalbi artık yerinden çıkacak gibi çarpıyordu..

Sınıfın kapısını açtı... Dilara'yı, Fatih'i ve Mustafa'yı birlikte oyun oynarken görünce dünyalar onun olmuştu, hepsi ordaydı işte! Hiçbiri ölmemişti, yaşıyordu.. Biraz önce aklından geçenlerin hiçbiri geçmemiş gibiydi. Çocuklar öğretmenlerini görünce oyunlarını bitirip, yerlerine geçmişti. Dilara izin isteyerek ayağa kalkmıştı. Öğretmenine bir soru sormak istediğini söyledi.. Tahir öğretmen "Sor bakalım Dilara." dedi..

- Öğretmenim boynunuzdaki o kalın ip niye, ne o?

Tahir öğretmen hiçbir şey anlamamıştı.. Dilara bunu fark edince ipi parmağının ucuyla gösterdi..
Tahir öğretmenin eli ipe gitti ve oğlu Cevahir'in "Babamı nereye götürüyorsunuz?" diye ağlamasını bir kez daha hatırladı..

Birden sınıfın kapısı açıldı ve sayın müfettiş, okul müdürüne şöyle seslendi;
- Bu sınıfın öğretmeni ve öğrencileri nerede?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder